Murat Bardakçı: Hoca'nın baldırını göstermesi caiz mi?

Murat BARDAKÇI
Haberin Devamı

Yaşar Nuri Öztürk'ün Hürriyet'te önceki hafta çıkan bu fotoğrafı yüzünden günlerdir hadis kitapları okumakla meşgulüm. Konu, İslámiyet'in erkeklere göbekten dizlerinin altına kadar örtünmelerini emretmiş olmasına rağmen Yaşar Nuri Bey'in dizkapaklarını göstermesi, hatta paçalarının dizkapaklarından beş parmak kadar yukarıda bitmesi. Hoca'nın baldırını açması acaba dinen caiz mi dersiniz?

Yaşar Nuri Öztürk'ün bu fotoğrafı tam bir haftama máloldu ve bu fotoğraf yüzünden günlerdir cildler dolusu kitap karıştırmakla meşgulüm.

Hoca, Hürriyet'te geçen 31 Aralık günü yayınlanan ve bu sayfaya da aldığım resmini jimnastik aletinin üzerinde çektirmiş ve her tarafında ayrı bir markayla doğrusu pek şık. Atleti Quick Silver'den, şortu Reebok'tan. Spor ayakkabılarının üzerindeki yazıyı pek sökemedim ama bir ihtimal ‘‘Puma’’ olmalı.

‘AVRET YERİ’ NEREDE?

Resimde dikkatimi çeken, üstád Yaşar Nuri'nin ayağındaki şort, daha doğrusu şortun paçaları oldu. İslámiyet'in erkeklere dizkapaklarının altına kadar örtmelerini emrettiğini zannederdim ama Yaşar Nuri Öztürk'ün dizleri açıktaydı. İşte bana merak olan ve günler boyu hadis kitapları karıştırtan hadise de buydu: Hoca'nın ‘‘avret’’ yerlerinden birini, yani dizkapaklarını görmem...

‘‘Avret’’in ne ne olduğunu herhalde bilirsiniz ama ben gene de yazayım: ‘‘Kadın’’ mánasında kullanılmasının dışında dini bir terimdir ve İslámiyet'in insan bedeninde örtülmesini emrettiği yerlere ‘‘avret’’ denir.

Yani vücudun málûm kısımlarının dışında kalan ve dinin ‘‘kapatılmasını’’ buyurduğu yerler de ‘‘avret yeri’’ sayılır. Meselá kadınların Kur'an'da örtmeleri emredilen kolları, ayakları, göğüsleri, sırtları ve hatta saçları ‘‘avret yeri’’dir.

Ben, erkeğin ‘‘avret yeri’’ni bizde yani Ehl-i Sünnet'te ‘‘göbekle diz arasında kalan bölge’’ diye bilirdim ve alt sınırın dizkapağının üzeri mi yoksa aşağısı mı olduğu konusundaki ihtiláftan haberdardım. Hadislerden biri İmam-ı Merginánî'nin ‘‘El Hidáye’’sinde ‘‘Erkeğin avreti, göbeği ile dizi arasında kalan kısımdır’’ diye geçiyordu. Bir başka hadis kaynağında, Sünen-i Tirmizî'de Peygamber'in bir gün mescidde Hazreti Huzeyfe'nin dizini görmesi üzerine ‘‘Dizini açma, çünki orası avrettir’’ buyurduğu yazılıydı. Bundan 1005 yıl önce, 995 yılında ölen Bağdatlı hadis hafızı Ebu'l-Hasen Ali bin Ömer bin Ahmed ed-Dárekutnî ise hadisi ‘‘Avretu'r-reculi má'dun-ı surretihi hattá yucávize rutbetuhû’’ yani ‘‘Erkeğin avreti göbeğinden dizkapağının altına kadardır’’ diye naklediyordu.

FETVAYIBEKLERKEN

Anlayacağınız, erkeğin uyluğunu dizinin üstüne mi yoksa altına kadar mı kapatması gerektiği tartışmalıydı ama Yaşar Nuri Öztürk'ün fotoğrafı bu tartışmalardan daha ileri bir noktaya uzanıyordu: Şortun paçaları dizkapağının bırakın altına uzanmasını, neredeyse beş parmak yukarısında kalıyordu.

İşte, bu mübarek bayram gününde böyle bir yazı yazmakla bir taşla iki kuş vurmak istedim. Hem Prof. Yaşar Nuri Öztürk'e göndermek nezaketinde bulunduğu son kitabı ‘‘Depremin Gösterdikleri’’ için bir türlü edemediğim teşekkürümü bu sayfadan ileteyim, hem de ‘‘erkeğin avreti’’ konusunda irşada muhtac olduğumu söyleyeyim dedim.

Eski zamanlarda şeyhülislamlara yollanan sorular belli bir üslûba göre kaleme alınırdı ve Yaşar Nuri Bey'in şort meselesi o devirlerde gündeme gelmiş olsa, eminim şöyle sorulurdu:

‘‘MES'ELE: Medresede (üniversitede) ‘‘profüsür’’ tesmiye olunan (denilen) müderrislik páyesini ihráz itmiş Zeyd'in (üniversite hocalığı unvanını kazanmış erkeğin) páyine (ayağına) ‘‘şort’’ denilen nev-zuhûr melbesi geçirmek (yeni çıkmış giyeceği giymesi) ve rükebátı cümleye áşikár olacak şekilde sûret aldırmak (dizkapakları herkes tarafından görülecek biçimde fotoğraf çektirmesi) şer'an cáiz olur mu? Cevab buyurub elf sevába giresiz (Cevap verip binlerce sevaba girin)’’

Osmanlı’nın Osman Durmuşlar’ı

Pera Yayıncılık geçen haftalarda çok önemli bir kitap çıkarttı: Andreas David Mordtmann'ın ilk baskısı bundan 123 yıl önce Almanya'da yapılan ‘‘İstanbul ve Yeni Osmanlılar’’ının Türkçesini. Kitap Avrupalılaşma çabasıyla, yolsuzluklarıyla ve sonuçsuz kalan ekonomik reformlarıyla sanki 123 yıl öncesinin değil bugünün Türkiye'sini anlatıyor.

Andreas David Mordtmann, doğu dillerine meraklı bir Almandı. 1811'de Hamburg'da doğdu, öğretmenlik ve kütüphanecilik yaptı, 1846'da diplomatik bir misyonla Türkiye'ye geldi. Sonra Osmanlı Devleti'nin hizmetine girdi, 1879'da İstanbul'da öldü ve Feriköy'deki Protestan Mezarlığı'na gömüldü.

Arkeolojiden tarihe ve ekonomiye kadar değişik alanlarda çok sayıda eser vermişti ama Almanya'da 1877 ve 78'de iki cilt halinde basılan ‘‘Stambul und das Moderne Turkenthum’’un eserlerinin arasında ayrı bir yeri vardı: Tanzimat dönemi Türkiyesi'nde olup bitenleri detaylarıyla yazıyordu. Osmanlı bürokrasisinin içinde bulunmuş ve Babıali'yi yakından tanımış bir kişi olarak imparatorluğun o dönemi için son derece kıymetli bilgiler veriyordu ve yazdıkları bugün bile ibret alınması gereken hadiselerdi.

‘‘Kitap bilen’’ son birkaç sahhaftan biri olan rahmetli Aláattin Eser'in kurduğu Pera Yayıncılık, Andreas David Mordtmann'ın eserini ilk yayınının üzerinden 123 yıl geçtikten sonra geçen haftalarda ‘‘İstanbul ve Yeni Osmanlılar’’ ismiyle Türkçe olarak yayınladı. Medhini senelerdir işittiğim kitabı hemen bir günde bitirdim ve hiç mübaláğa etmeden söylüyorum: ‘‘İstanbul ve Yeni Osmanlılar’’, son senelerde okuduğum en enteresan eserlerden biri oldu, tercüme eden Gertrause Songu-Habermann'ın Türkçe'ye hakimiyetine de hayran kaldım.

Mordtmann sanki 123 yıl öncesinin değil, bugünün Türkiye'sini anlatıyordu: Hükümet ‘‘Avrupalılaşma’’ uğruna Avrupa'ya bol bol reform vaadlerinde bulunuyor ama netice bir türlü gelmiyor, ekonomik programlar piyasaları çökertmekten başka bir işe yaramıyordu. Devletin başındakiler birbirleriyle didişirken yolsuzluktan vazgeçmiyorlar, hattá tabii bir afetten sonra Avrupa'nın gönderdiği yardımlar ‘‘Onların yardımına ihtiyacımız yok’’ diye geri çevriliyordu. Sözün kısası Türkiye'de hiçbirşey değişme-mişti, bundan 100 küsur sene önce de aynı bugünkü gibiydik.

‘‘İstanbul ve Yeni Osmanlılar’’ı sadece tarih meraklılarına değil üst düzey bürokratlara, özellikle dışişleri mensuplarımıza, ekonomimizi idare edenlere ve hemen herkese tavsiye ediyorum. Okurken kahkahalara güleceğinize ama büyük bir hüzün hissedeceğinize ve hemen her sayfada kendi kendinize ‘‘Asırlardır bir adım ileri gidemeden hep aynı yerde kalmayı nsıl başardık?’’ diye soracağınıza eminim.

Yer devletten, para devletten,

peki bunun sivilliği nereden?

Kültür Bakanlığı yıllar önce yaptığı hatadan nihayet döndü ve Topkapı Sarayı'nın ayrılmaz parçası olduğu halde Tarih Vakfı'na tahsis ettiği 17 bin 500 metrekarelik Darphane-i Ámire binalarını mahkeme kararıyla geri aldı. Tarih Vakfı ise şimdi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin kapısında.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne Abdullah Öcalan davasından sonra Türkiye'den bir başvuru daha gitti: ‘‘Sivil toplum örgütü’’, olduğunu söyleyen ve kısaca ‘‘Tarih Vakfı’’ denilen ‘‘Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı’’, Kültür Bakanlığı aleyhine Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne gitti.

Davanın gerekçesi, Bakanlığın Topkapı Sarayı'nın hemen yanıbaşında bulunan ve Tarih Vakfı'na tahsis edilmiş olan eski Darphane binalarını vakıftan geri almak için açtığı davaları kazanması.

Bakanlık, Sultan Abdülmecid'in yaptırdığı 17 bin 500 metrekarelik ‘‘Darphane-i Ámire’’ binalarını içerisinde bir ‘‘Şehir Müzesi’’ kurulması şartıyla bundan beş sene önce 49,5 yıllığına Tarih Vakfı'na vermişti. Bakanlık bu kadarla da kalmamış, devir işine çok kişinin karşı çıkmasına rağmen vakfa ‘‘tamir bedelinin ilk taksidi’’ olarak o zamanın parasıyla 15 milyar ödemişti.

BİR DEHOLLANDA’YASORMALI

Aradan seneler geçti ama kurulması vaadedilen Şehir Müzesi'nden ne bir ses geldi, ne bir haber çıktı. Darphane'de sadece birkaç fotoğraf sergisi açıldı, hatta sarayın 17,5 dönümlük bu bölümü bir ara diskotek bile oldu. Kültür Bakanlığı hatasını nihayet anladı, sözleşmeye uyulmadığı ve birinci derece eski eser olan binalarda tahribat yapıldığı gerekesiyle Tarih Vakfı aleyhine tahliye davası açtı ve kazandı. Darphane yakında geri alınacak ve büyük ihtimalle mekánın asıl sahibi olan Topkapı Sarayı Müzesi'ne verilip müzenin çektiği yer sıkıntısının bir nebze de olsa hafifletilmesine çalışılacak.

Tarih Vakfı, son şansını şimdi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde arıyor. Vakıftan yapılan açıklamalarda ‘‘Danıştay 6. Dairesi'nin Darphane ile ilgili olarak Tarih Vakfı'na karşı girişilen haksızlığa seyirci kalması’’, ‘‘Gerekçesiz ve birbirini tekrarlayan kararların genel hukuk kurallarına aykırılığı’’ gibisinden sözler ediliyor. Gecikerek de olsa yerini bulan adalet, vakfın yönetim kurulu başkanı İlhan Tekeli'ye sorarsanız ‘‘hukuk skandalı’’.

Topkapı Sarayı'nın burnunun dibinden Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne uzanan bu dava bana hoş bir ilham verdi: Gelin, biz de bir ‘‘sivil toplum örgütü’’ kuralım ve birinci derece tarihi eser olan bir binanın, meselá Dolmabahçe Sarayı'nın 49 yıllığına bize tahsisini sağlayalım. Hem saraya sahip olur, hem ‘‘restorasyon’’ bahanesiyle devletten trilyonlar alır, işler günün birinde tersine dönecek olursa ‘‘insan hakları’’ ve ‘‘temel demokratik özgürlükler’’ yaygarasıyla Avrupa kapılarını çalar, hatta Hollanda'daki ‘‘Institut für Sociale Geschiedenis’’ adını taşıyan kuruluştan da fikir sorarız. Ne dersiniz?

Yazarın Tüm Yazıları