Paylaş
1927'de Dolmabahçe ve Topkapı Sarayları'ndaki mücevherleri mezatla satmak için Fransa'ya teklif götürdüğümüzü ama Fransızlar'ın geri adım atması üzerine satıştan vazgeçildiğini çoğumuz bilmeyiz. Dolmabahçe'de bugün yaşanan dramın gerisinde, 70 yıl öncesinden başlayan ilgisizlik yatıyor.
Dolmabahçe Sarayı'nda olup bitenleri, binanın harabeye dönüp çökmesine ramak kalışını Türkiye haftalardır hayret, ibret ve dehşetle izliyor.
Ama ekranda görünenler beni pek şaşırtmıyor. Bir zamanlar saraylardaki mücevherleri bile satışa çıkarttığımızı biliyorum ve Dolmabahçe'nin çökmek üzere olması bana bu yüzden normal bir hadiseymiş gibi geliyor.
İşte, bugüne kadar üzerinde pek durulmayan bu ‘‘satış’’ işinin gün ışığına çıkmamış arşiv belgelerine göre ayrıntıları:
Paris'in önde gelen mücevher şirketlerinden Rozanes, 1927 ilkbaharında garip bir teklif alır: Teklif Türkiye'nin Paris Büyükelçisi Fethi Bey'den (Okyar) gelmekte,büyükelçi ‘‘İstanbul saraylarında padişahlar zamanından kalan mücevherleri satmak istiyoruz. Bu satıştan elde edilecek gelir memleketin kalkınmasına sarfedilecek. Lütfen uzmanlarınızdan birini değer tesbiti yapması için Türkiye'ye gönderin’’ demektedir.
Şirketin sahibi Mösyö Rozanes, hemen Robert Linzeler adında bir uzmanı Türkiye'ye yollar ama Fransız Dışişleri Bakanlığı'nı da tekliften haberdar eder: Bakanlığa ‘‘Bu işin siyasi tarafı var. Biz mücevherlerin kaç para edeceğini hesaplarken siz de o tarafıyla alâkadar olun’’ diye yazmaktadır.
Birçok Avrupa ülkesi Ankara'yı o günlerde genç cumhuriyetin başkenti olarak henüz tanımamıştır ve İstanbul'da kalmaya inatla devam etmektedir. Fransız Büyükelçiliği de İstanbul'dadır ve maslahatgüzar Brugere'yle Paris arasında bir mücevher yazışmasıdır başlar. Türkiye'de çalışmaya başlayan Linzeler ise mücevherlerin değeri hakkındaki tahminini yapar: Avrupa'da mezata konmaları halinde en az 300 milyon Frank edeceklerdir. Paris, artık ellerini ovuşturmaktadır ve yazışmalarda ‘‘Rus Çarı'nın hazinelerini İngilizler'e kaptırmıştık ama Türk hazineleri bize kalacak. Bu işten iyi para götüreceğiz’’ gibisinden ifadeler vardır. Fransız Dışişleri Bakanı Aristide Briand, malahatgüzar Brugere ve mücevherci Rozanes birbirlerine sayfalar dolusu mektup göndermektedir...
Herşey tamamlanır ve sıra satışın yapılmasına gelir. Fransa Türkiye'den mücevherlerin kime ait olduğunu, hangi isimle satılacağını sorar. Ama Paris'teki Türk Büyükelçisi Fethi Bey ‘‘Bunlar padişahlara, çoğu da İkinci Abdülhamid'e aittir’’ cevabını verince işler karışır. Fransızlar arasında yeniden bir yazışma trafiği başlar. Bu defa ‘‘Abdülhamid'in varisleri bizi dava etmeye kalkarlar, davayı kazanırlar ve bütün para elimizden gider. Bir yol bulmalıyız’’ denmektedir.
Düşünülür, taşınılır ama aranan yol bir türlü bulunamaz. Paris satış konusundaki her adımın Abdülhamid veresesine yarayacağını farketmiştir. Ankara'ya 1928 yazında gönderilen son mesajda ‘‘Biz bu işten vazgeçiyoruz, siz de vazgeçin. Zira satışta padişahların varisleri herşeye el koydururlar’’ yazılıdır.
Türkiye, Dolmabahçe ve Topkapı Sarayları'ndaki mücevherlerin bugüm hâlâ elinde olmasını Fransa'nın bu cevabına borçludur.
Saraylar konusunda bugünlere işte buralardan geldik. 70 sene önce içindeki en kıymetli parçaları satmayı düşündüğümüz binaları zamanla bakımsızlıktan çürüttük ve herşeyi iş işten geçmek üzereyken farkettik. Ben, Dolmabahçe Sarayı'nda yaşananları sarayın bu geçmişini bildiğim için normal karşılıyorum.
Bu işin bizim tarihçilerin merakını çekeceğini pek sanmıyorum ama günün birinde belki lâzım olur diye, satış belgelerinin nerede olduğunu da söyleyeyim. Fransız Dışişleri Bakanlığı Arşivi'nin ‘‘Levant’’ kısmında E.349'dan sonraki seriyi, özellikle de 171'le 178 arasını iyice bir elden geçirin. Bu sayfadaki belgeler numaralarını verdiğim serinin sadece bir kısmı ve daha dünya kadar belge var...
Açık ve gizli korsanlara acı haber:
Kitaba
bandrol geliyor
Kültür Bakanlığı'nın korsan kitapla mücadele için hazırladığı yönetmeliğin uygulanmasına önümüzdeki ay başlanacak. Korsanlığı ‘‘açık’’ şekilde yapanlar ve kendi kitabının korsanını piyasaya veren bazı yayınevleri artık zorlanacaklar, zira kitaba bandrol geliyor.
Ne yalan söyleyeyim, korsan kitap konusunda ben biraz başka türlü düşünüyorum. Gerçi çok kişi, özellikle de kalem sahipleri hiddetlenecek ama yazmadan edemeyeceğim:
Bazı adamlar çıkıyor, binbir emekle yazıp bastırdığınız kitabın piyasaya sahtesini sürüyor, sırtınızdan dünyanın parasını kazanıyor, emeğinizin bedeli sizin değil onların cebine giriyor ve bunun Türkçe'deki tam karşılığı ‘‘hırsızlık’’.
Bu korsan talanına ben de uğradım, kitaplarımdan birinin korsan baskısı sergilerde şakır şakır satılıyor ama düşünmeden edemiyorum: Irsi özelliklerimizden biri, okumaya pek meraklı olmayışımız. Türkiye'de kâğıt, dolayısıyla da kitap gelir seviyesine göre bir hayli pahalı ve bu iki özellik biraraya gelince daha da bir ‘‘okumayan’’ toplum oluyoruz. Ama kitabın korsanı yazarın telifinden, devletin vergisiyle stopajından çalınarak çıkıyor, bu yüzden aslına göre neredeyse yarı fiyatına maloluyor ve dolayısıyla kendisini sattırıyor ve okutuyor. Kendim de kitap korsanlarının yağmasına uğramış olmama rağmen bu yüzden ‘‘Bu iş hırsızlık ve sahtekârlık ama okur sayısının artmasına yarıyor’’ demeden edemiyorum.
Korsanların faaliyetine önümüzdeki ay bir nebze de olsa dur denecek. Kültür Bakanlığı'nın geçen Kasım'da hazırladığı yönetmelik son anda bir değişiklik olmazsa Temmuz ayında uygulamaya konacak ve kitaba da kasetlerdeki gibi bandrol yapıştırılacak. Böylece hem önüne geçen kitabı basıp satan ‘‘açık’’, hem de kendi yayınının korsanını yarı fiyatına piyasaya süren bazı yayınevlerinin yani ‘‘gizli’’ korsanların önüne büyük bir engel konacak. KDV fişi vermemek gibi almamak da nasıl suçsa, bandrolsüz kitabı satmak kadar almak da suç olacak.
Ben, Kültür Bakanlığı'nın korsan yayınla mücadele için 16 Kasım 1997 günlü Resmi Gazete'de yayınladığı yönetmeliği -yayınevleri bugünlerde her ne kadar ayaklanmış olsalar da-, bu yüzden destekliyorum. Ama uygulamaya geçilmeden önce bakanlığa önemli bir iş düşüyor: Daha önceleri bir kaset firmasından Richard Strauss'un ölüm belgesini isteyen memurların eğitilmesi ve Mevlânâ, Yunus Emre yahut Jules Verne gibi yazarların eserlerini basan yayınevlerinin ‘‘Git yazarının nüfus kaydını getir, bandrolü öyle al’’ gibisinden garipliklere muhatap olmalarının önüne geçilmesi...
Sultan torununun romanı
Fransa'da best-seller
Avrupa, 11 yıl aradan sonra yeniden Kenize Murad'ı okuyor. Hindistan'ın Müslüman hükümdarlarından Kotwara Mihracesi Seyyid Sacid Hüseyin'le Osmanlı hükümdarı Beşinci Murad'ın torunu Selma Hanımsultan'ın kızı olan Kenize Murad'ın Paris'te çıkan son romanı ‘‘Le Jardin de Badalpour-Badalpur Bahçesi’’nin ilk baskısı bir haftada tükendi ve roman best-seller listelerinin ilk sırasına yerleşti.
Kenize Murad 1987'de çıkarttığı ilk romanıyla Fransa tarihinin kitap satış rekorunu kırmıştı. Annesi Selma Hanımsultan'ın hayatını konu alan ‘‘De la Part de la Princess Morte’’ (Ölmüş Bir Prenses Tarafından) adını taşıyan kitabın sadece Fransızcası 3,5 milyon civarında satmış, eser 21 dile çevrilmiş, Türkçesi ‘‘Saraydan Sürgüne’’ adıyla yayınlanmıştı.
Badalpur Bahçesi'ni okumayı hafta başında bitirdim. Kenize Paris'te İkinci Dünya Savaşı yıllarında başlayıp Hindistan'a, Pakistan'a ve Mısır'a uzanan bir hayatı, kendi hayatını anlatıyordu. Annesini İkinci Dünya Savaşı yıllarında kaybetmiş, çocukluğunu bir rahibeler okulunda geçirmiş, Hindistan'da kalan babasını 21 yaşına gelinceye kadar görememiş, gençliği ‘‘baba’’ düşüncesiyle ve hayaliyle geçmişti.
Romanın son sayfasını da çevirdikten sonra Paris'i, Kenize'yi aradım. Yeniden listebaşı olmaktan gayet memnundu. 500 küsur sayfa boyunca ‘‘kimliğin ne kadar önemli olduğu’’ mesajını vermeye çalıştığını söyledi. ‘‘İnsanın kendi kimliğinin memleket, din ve hatta aile kavramlarından da önce geldiğini anlatmaya çalıştım’’ dedi.
Ve bu kitabın bizim için önemli olan tarafı: Avrupa listelerinde ilk sıralara yerleşen ‘‘Badalpur Bahçesi’’nin yazarı Kenize Murad bir seneden beri Türk vatandaşı.
Paylaş