Paylaş
Günlerdir Hannover Prensi Ernst August hazretlerinin işeme maceralarını tartışıyoruz ama prensin neyin nesi olduğunu, kimlerden geldiğini hiç merak etmiyoruz. Kendileri bizi Birinci Dünya Savaşı'na sokma maharetini gösteren Alman İmparatoru İkinci Wilhelm'in torunudurlar ve Türkiye 1889 Kasım'ında Prens'in büyük dedesi imparator hazretlerinin rahat bir şekilde işeyip def-i hácet edebilmesi için
günlerce dert çekmiştir.
Hannover Prensi Ernst August hazretleriyle artık pek bir yakından tanışıyoruz ve sadece tanışmakla kalmıyor, çok özel meraklarını da biliyoruz. Meselá EXPO 2000 Sergisi'ndeki Türk pavyonunun duvarına işemesinin zát-ı devletlerinin ilk vukuatı olmadığından, prens hazretlerinin durup dururken ortalığa işemeye ziyadesiyle meraklı bulunduğundan, hatta geçen sene karısı doğum yaptığı sırada beklemekten sıkılıp hastahanenin bahçesine bir güzel işediğinden bile artık haberdarız.
Bu asil ve seçkin zátın bu çok özel merakının bütün ayrıntılarını günlerdir fotoğraflarına da bakarak tartışıyoruz ama Prens'in kimliği konusunda yani ‘‘Hannover Prensi’’ unvanını taşıyıp Monako Prensesi Carolin'e kocalık ettiğinin dışında pek bir málumatımız yok.
Bu konudaki eksiğimizi görünce Prens Ernst August'un neyin nesi olduğunu anlatıp kendilerini daha yakından tanıtmak istedim ve daha da önemlisi prens hazretlerinin mensup olduğu ailenin ‘‘idrar’’ ve hatta ‘‘büyük abdest’’ meselesinin Türkiye'de gündemi ilk defa meşgul etmediğini, bundan 111 sene önce de dedelerinin birinin huzur içinde işemesiyle uğraştığımızı hatırlatayım dedim.
KARMAKARIŞIK BİRAİLE
Önce, Prens Ernst August hazretlerinin soyunu-sopunu anlatayım: Kendileri hakikaten eski ve asil bir aileden gelirler. Hannover Hanedanı'nın Braunschweig branşına mensupturlar, dört nesil boyunca yani taaa büyük dedesinden itibaren hep aynı ismi yani ‘‘Ernst August’’ adını taşırlar ve soy ağaçları bin küsür sene öncesine kadar uzanır. Dedeleri arasında bir hayli kral vardır. Aslında Alman olan Hannover Hanedanı zamanla o kadar kalabalık bir hale gelmiştir ki Almanya'ya sığmamış ve siyasi evlilikler yoluyla Avrupa'nın öteki memleketlerine de krallar ve kraliçeler ithal etmiştir.
Meselá İngiltere'de şu anda iktidarda olan Windsor Hanedanı Alman kanı taşır, Hannover soyundandır ama Birinci Dünya Savaşı'nda İngiliz tahtında oturan Kral Beşinci George ailesinin Almanlığını unutturmak için hanedanının ismini değiştirip Windsor yapmıştır. Dolayısıyla İngiltere'nin aslında Nazi yanlısı olduğu bilindiği için zamanın başbakanı Churchill tarafından tahtı bırakmaya zorlanan ama ‘‘aşkı uğruna tahttan feragat ettiği’’ süsü verilen sabık kralı Yedinci Edward'la kardeşi Altıncı George ve George'nin kızı şimdiki Kraliçe Elizabeth, Prens Ernst'le aynı soydandır. Yunanistan'ın ana kraliçesi Frederika, elálemin içinde etrafa işeme meraklısı prensimizin büyük halası, sürgündeki Yunan Kralı Konstantin kuzeni, İspanya Kralı Carlos da eniştesidir.
ASIRLARÖNCEDEAYNI DERT
Hannover Prensi Ernst August hazretlerinin keyif veren bazı maddelereaşırı düşkünlüğünü Almanya'da bilmeyen pek yoktur. Şu anda Monaco Prensesi Caroline ile evlidirler; prensesin resmi olarak üçüncü, gayrıresmi olarak da zannedersem üç bin sekiz yüz altmış yedinci kocasıdırlar. Dolayısıyla ‘‘dünyanın en büyük taçlı kumarhanecisi’’ unvanını 50 küsur senedir elinde sımsıkı tutup kimselere kaptırmayan Monako Prensi Rainer, prensimizin kayınpederi olurlar.
Ve, prens hazretlerinin ailesiyle bizim aramızda yaşanan öteki ‘‘abdest bozma hadisesi’’nin öyküsü:
Hani Almanya'nın sabık kayzeri İkinci Wilhelm, yani bizim İttihad ve Terakki'nin liderlerini bir güzel avucunun içine alıp Türkiye'yi ilk dünya savaşına itiveren Alman imparatoru var ya... İşte bu Wilhelm'in kızı Prenses Victoria Louise, şimdi işeme maceralarını tartıştığımız Prens Ernst August'un babaannesidir. Daha basit bir ifadeyle; majesteleri Alman İmparatoru İkinci Wilhelm prensimizin büyük dedesi olmaktadır ve aynı zamanda Türkiye'de bundan 111 sene yaşanan bir başka tuvalet koşuşturmasının da kahramanıdır.
SARAYDAÖZELHELÁ
İmparator Wilhelm, 1889 Kasım'ında İstanbul'a resmi bir ziyaret yapar. Yanında karısı İmparatoriçe Augusta Victoria da vardır. Ziyaretin Türkiye için son derece önemli olduğunu bilen zamanın padişahı İkinci Abdülhamid misafirin şık bir biçimde ağırlanması için elden gelen herşeyin yapılmasını buyurur ve hazırlıkları bizzat takip eder.
Osmanlı protokolünü ziyadesiyle ürküten konu, İmparator ve imparatoriçe hazretlerinin ‘‘def-i hacet’’te bulunmak istedikleri zaman sıkıntıyla karşılaşmaları ihtimalidir. Bizim alaturka tuvaletleri kullanmaları tabii ki mümkün değildir ve İstanbul'a adım attıkları andan dönüşlerine kadar herhangi bir mesele çıkmaması için hazırlık üstüne hazırlık yapılmaktadır.
Wilhelm İstanbul'a bir yatla gelmektedir ve ilk tedbir karaya çıkacağı yer olan Dolmabahçe Sarayı'nda alınır. Sarayın alaturka helálarından biri ‘‘Ne olur, ne olmaz’’ diyerek alafrangaya çevrilir. Türkiye bu misafirperverliğin aynını bir asır sonra bir başka devlet başkanı için gösterecek, 1980'lerde İstanbul'a gelip Dolmabahçe Sarayı'nda bir davete katılan zamanın ABD Başkanı George Bush için merasim salonunun hemen yanıbaşında lüks bir tuvalet yapılacaktır.
Helá konusundaki hassasiyete İmparator Wilhelm'le imparatoriçesinin misafir edilecekleri mekánların hepsinde riayet edilir, hatta imparatoriçenin gideceği yerlerin birine şık bir klozet bile yerleştirilir: Kapalıçarşı'ya... Ama boş yere zahmete girilmiştir; Victoria Louise ‘‘elini yıkama’’ ihtiyacı hissetmez, helá boş kalır.
SIRAİTTİHADÇILAR’DA
Kayzer aradan dokuz sene geçtikten sonra Türkiye'ye yeniden gelir, bu seyahatinde daha fazla kalır, hatta Kudüs'e kadar uzanır. Majestelerinin en tabii ihtiyacını rahat bir şekilde karşılama vazifesi de o günlerde iktidarda bulunan İttihad ve Terakki Partisi'ne düşer.
Sözün kısası, Hannover Prensi Ernst August hazretlerinin durup dururken etrafa işemesiyle aramızda derin bir tarihi münasebet vardır ve hazretin dedesinin büyük ve küçük abdestini bozması meselesi zamanın padişahını bile uzun uzun meşgul etmiştir.
Hannover Hanedanı'nın damlaları bize de sıçrayan bu def-i hacet macerasının üçüncü perdesini Türkiye bakalım ne zaman seyredecek?
Filozof duvara değil
kitaba yapmıştı
Honnover Hanedanı'nın helá maceraları asırlar öncesine uzanır. İşte bunlardan biri, 17. yüzyılın meşhur álimi Gottfried Wilhelm Leibniz'in zamanın prensi tarafından Hannover'e davet edilmesinden sonra yaşadıkları:
‘‘...Matematikçi, fizikçi ve filozof Leibniz'e, Almanya'nın Hannover şehrindeki sanat müzesinde özel bir oda ayrılmıştır. Burada bulunan kitaplar arasında kocaman fakat içi boş olan bir cilt filozofun dikkatini çeker. Kitaba benzeyen bu ‘‘kitap kabı’’ incelendiğinde açılabilir, ortasında büyük bir deliği bulunan, arkalıksız bir tahta iskemle olduğu görülür.
Leibniz, bunu faytonuyla yaptığı bütün yolculuklarda yanına alır, sıkıştığında faytonu durdurtur, kitap kabına benzeyen oturma yeri delikli iskemlesini çayıra kurar ve rahatlarmış. Ancak nasıl temizlendiğine dair kaynaklarda bir bilgi bulunmamaktadır ve bu da zaten o dönemin Avrupa'sında pek önemli sayılmamaktadır’’ (Şefik Okday'ın ‘‘İçine Ettiğimizin Dünyası’’ndan).
Destuuur! Su geliyor
Yukarıdaki gravür, Paris'te 19. yüzyılın başlarında hemen her gün rastlanan bir sahneyi gösteriyor: Kadının biri evinin penceresinden sokağın ortasına güpegündüz bir lázımlık boşaltıyor.
Bu, ‘‘helá’’ kavramıyla bir hayli geç tanışan geçen asrın Avrupa'sı için aslında sıradan bir görüntü. O dönemde sokakta yürürken yaşanabilecek tehlikelerin en büyüğü, insanın kafasına ağzına kadar dolu bir lázımlığın boca edilmesi. Zira Fransızlar geçen yüzyıla kadar helá kavramından bihaber bulunuyorlar ve işlerini ya duvar diplerinde yahut lázımlık üzerinde görüyorlar. Parfüm sanayiinin Fransa'da böyle gelişmiş olmasının sebebi de bu...
Ama Fransızlar bu işin tedbirini almışlar: Lázımlığı sokağa dökecek olan kişi evinin penceresini açıp avazı çıktığı kadar ‘‘Gare a l'eau!!!’’ yani ‘‘Suya dikkaaatt!!’’ diye haykırıyor. Sokaktan geçenler ihtarı duyunca sipere girer gibi hemen yolun ortasına yahut karşı kaldırıma koşuyorlar ve birkaç saniye sonra etrafı bir kokudur kaplıyor, zira pencereden sallanan lázımlığın muhteviyatı sokağın ortasına yayılmış bulunuyor. Paris'teki bu uygulama zamanla İngiltere'ye de geçiyor, ‘‘Gare a l'eau!’’ nidası İngilizleşip ‘‘Gardy-loo!’’ halini alıyor ve haykırışı işiten Londralılar da koşuşturup kaldırım değiştirmeye başlıyorlar.
Yandaki gravürü ve ‘‘Gare a l'eau!’’ bahsini, Osmanlı İmparatorluğu'nun son sadrazamı Ahmed Tevfik Paşa'nın torunu olan Şefik Okday'ın ‘‘İçine Ettiğimizin Dünyası’’ isimli kitabından aldım. Gerçi bulunması artık bir hayli zor ama helá tarihi ve apdesthane kültürü hakkında bilgilenmek ve arada bol bol gülmek isterseniz, Şefik Bey'in kitabını temin etmeye çalışın.
Paylaş