Paylaş
Geçen hafta Mekke ve Medine'deki İslam'ın ilk yıllarından kalma mezarlıkların başına gelenlerden sözetmem ve mezarlıkların bugünkü halini gösteren fotoğraflarını yayınlanmam aldığım mail ve mektup sayısından anlayabildiğim kadarıyla bir hayli ilgi gördü. Bana yazanların çoğu aynı konuda daha başka bilgiler vermemi ve varsa diğer resimleri de yayınlamamı istiyorlardı.
İsteklerini bugün yerine getiriyor ve Türk basınında şimdiye kadar çıkmamış bir başka fotoğrafa, Hazreti Muhammed'in amcası Hazreti Abbas'ın ve dört torununun mezarlarını gösteren bir resme yer veriyorum.
Burası, sahabilerin yani Hazreti Muhammed'in yanında bulunmuş, onu bizzat görmüş ve onunla konuşmuş olanların defnedildiği Medine'deki Cennetu'l-Baki mezarlığının bir bölümü...
12 asır boyunca İslam dünyasından büyük saygı gören mezarlıktaki taşlar ve türbeler 1806'da Medine'yi işgal eden Saud bin Abdüláziz'in emriyle 'İslam'da mezar yoktur' gerekçesiyle yıktırılmış, mezarlık Osmanlı kuvvetlerinin şehri geri almasından sonra tamir görmüştü. İkinci Abdülhamid zamanında baştan aşağı elden geçirilen Cennetu'l-Baki bugünkü Suudi Arabistan'ın kurucusu olan Abdüláziz bin Saud tarafından 1926'da yeniden dümdüz edilmiş ve arazisi sıradan bir mezarlık haline getirilmişti.
Bu sayfada gördüğünüz fotoğraf, bundan birkaç sene önce çekildi. Üst taraftaki tek mezar, Hazreti Muhammed'in amcası Hazreti Abbas'a ait. Alt tarafta görünen yanyana dört taşın altında ise peygamberin torunlarından dördü, soldan itibaren Hasan-ı Mücteba, Zeynelábidin, Muhammed-i Bákır ve Caferu's-Sadık yatıyor.
Mekke'den Medine'ye geçen bir grup yabancı hacı yani Saudi vatandaşı olmayan hacılar eldeki eski bilgilere dayanarak bu beş mezarın yerini belirlemeye çalışmışlar, baş ve ayak uçlarına birer taş koymuşlar ve mezarların önünde dua ediyorlar.
Yolunuz günün birinde Medine'ye düşecek ve Cennetu'l-Baki mezarlığına gidecek olursanız bu mezarları hiç aramayın, zira taşlar hemen kaldırıldı ve Peygamber'in amcasıyla torunlarının defnedildiği yerin tamamen kaybolması için elden gelen herşey yapıldı.
Tanrı’yı ifadeye ‘mutlak varlık’ sözü bile az gelir
Bir varlık başka bir varlıktan kendisiyle birlik ve beraberliği olmayan noktalarda ayrılır. Tasavvufta bu ayrılığa 'taayyün', bu çeşit ayırma işine de 'tayin' denir.
Sufilerde ise taayyünün ayrı ve hususi bir mánası vardır. Onlara göre varlığın bir surete bürünmesi, maddi ve manevi bir şekilde aklımızla yahut duygularımızla anlaşılır bir hale gelmesi taayyündür. Mesela bir kalem, bir insan, su üstündeki bir hava kabarcığı, akla gelen herhangi birşey, yahut rüzgár, hava, hep birer taayyündür. Sufiler bu aleme 'taayyünat-taayyünler alemi' derler.
Tanrı ise 'vücud-ı mutlak'dır, yani mutlak varlıktır. Herşeyden mutlaktır, yani hiç bir sıfatla, hiç bir taayyünle, hiç bir suretle kayıtlı değildir. Hatta O'nun hakkında 'mutlak varlık' denirken bile varlığı 'mutlak' oluşla, yani hiçbir şeyle bağlı olmayışla kayıtlandırılmaktadır. Halbuki O, bundan da mutlaktır fakat O'nu anlatabilmek için daha başka bir kavram bulamadığımızdan dolayı Tanrı'ya 'vücud-ı mutlak' denmektedir. Aslında taayyünler álemindeki bütün taayyünler de onundur.
Böyle olmakla beraber, görünüşte ayrı ayrı varlıklar gibi görünen bu taayyünler, gerçekte yoktur ve hepsi Tanrı'nın ilmindeki suretlerin zuhurudur. Daha doğrusu, o taayyünlerin tamamı, Tanrı'nın ilminde mevcuttur. Bu bakımdan bütün taayyünler 'vücud-ı mutlak'tan yani mutlak varlıktan çıkar ve yine ona gider.
Katre, dalga, küçük serpinti, saçıntı, türlü türlü sesler, özetle denizde görülen herşey, sadece denizin taayyünleridir. Bunlar denizin çeşitli şekillerde zuhurundan ibarettir, ayrı bir varlıkları yoktur. Bizler onlara görünüşte ad vermekte, onları var gibi görmekteyizdir. Fakat hepsinin adları da, varlıkları da denize aittir. Aslında varolan ne köpüktür, ne dalgadır, sadece denizdir. Zaten denizi kayıtlandıracak katreler, köpükler veya dalgalar aslında mevcut değildirler.
İşte, 'vahdet-i vücud'a yani varlık birliğine inanan sufilere göre mutlak varlık da böyledir ve bütün taayyünlerden mutlaktır.
Sultan İkinci Mahmud
Şiire ve musikiye olan sevgisinin yanısıra hat sanatına da yakın bir ilgi gösteren İkinci Mahmud, zamanındaki diğer hattatları kıskandıracak derecede usta bir sanatkárdı.
İlk yazı derslerini şehzadeliği sırasında Kebecizade Mehmed Vasfi'den aldı ve iki adet Kur'an yazdı. Öğrenmeye padişah olmasından sonra da devam ederek çağının en büyük hattatı olan Mustafa Rakım ile çalıştı ve zor bir yazı olan celi'de ilerleyerek hocasına yaklaştı. Hatta bu yüzden 'Sultan Mahmud'un yazılarını onun adına Rakım yazıyor' diye bir söylenti de çıktı. Halbuki Topkapı Sarayı Kitaplığı'nda bulunan bizzat Sultan Mahmud'un elinden çıkmış olan tashih görmemiş çalışmaları bu söylentiyi yalanlamaktadır.
Sultan Mahmud yazılarını varak altınla koyu zeminlere 'málákári' denilen teknikle kabartma olarak yaptırır ve muhtelif abidelere, camilere ve mekánlara astırırdı. Celi yazı ile uğraşan Osmanlı padişahlarının en önemlisi olan Sultan Mahmud'un bugün elimizde altmıştan fazla celi levhası vardır.
Kuvvet helvası
Birer ölçü nişasta ve bir buçuk ölçü bal, sade yağla karıştırılır. Bir tencereye konur ve hafif ateşte nişastanın kokusu gidene kadar karıştırılarak pişirilir. Yağ karışımın üzerine çıkmaya başlayınca piştiği anlaşılıp ateşten indirilir. Karıştırmaya biraz daha devam edilir ve tencere hafif eğilerek, üst taraftaki yağ dökülür. Sonra nişastalı bal kevgirle alınır, yağı yine süzülür ve içine kabuğu soyulmuş taze badem iláve edilir. İstenirse badem rendelenerek de konabilir. Alttan ve üsten orta hararette ısıtılmış fırına yerleştirilir ve yarım saat kadar pişirilir. Arzu eden yemeden önce üzerine tarçın dökebilir.
Paylaş