Paylaş
Bizim enerji maceramız 19. yüzyılın sonlarında ve hiç de hoş olmayan bir şekilde başladı. Elektriğin ahşap İstanbul'u küle çevirmesinden korkan ve muhaliflerin aleyhine kullanmasından endişe eden İkinci Abdülhamid, ilk elektriği yakın adamlarından olan İzzet Paşa'nın Beşiktaş'taki konağında denetti. Ama koskoca konak bir sinema makinesinin kontak yapması üzerine bir anda küle döndü. Bunun üzerine İstanbul'da elektrik kesinlikle yasaklandı ve şehir bu yeni enerjiye ancak 1914'ün 11 Şubat'ında kavuşabildi. Son günlerde gittikçe artan enerji tartışmalarını görüp işittikçe bu işin bizde nasıl başladığını sizlere de anlatayım dedim...
Enerji işi bir hayli dallanıp budaklandı. Akımın yok mavisiydi, yok beyazıydı derken herkes ve herşey birbirine girdi.
Siyasilerin kapışmasını ve enerji konusunun gündemin ilk sırasına gelişini görünce, bizim enerji ve elektrik maceramızın geçmişini yazayım dedim.
Biz enerjiyle, özellikle de elektrikle öteki memleketlerden çok sonraları, İkinci Abdülhamid'in iktidarında, 1900'lerin ilk senelerinde ve hiç de hoş olmayan bir şekilde, bir yangın vasıtasıyla tanıştık.
HERŞEY AVRUPA’DAN
Avrupa'daki öteki başkentler o zamana kadar elektriğe çoktan geçmişlerdi ama İstanbul farklıydı. Zamanın hükümdarı Abdülhamid elektriğin gelmesi halinde hem yarısından fazlası ahşap olan İstanbul'un en ufak bir kazada küle döneceğinden korkuyor, hem de bu yeni enerjinin muhalifleri tarafından kullanılmasının endişesini taşıyordu.
Elektrik İstanbul'a işte bu yüzden Avrupa başkentlerinden çok daha sonraları gelebildi ama bu geliş öyle birdenbire olmadı. Abdülhamid elektriğin önce her bakımdan güvendiği adamlarından birinin evinde denenmesini istedi ve bu evler arasında sarayın ikinci kátibi İzzet Paşa'nın konağını seçti.
Paşa'nın konağı o zamanlar Beşiktaş'tan Yıldız'a uzanan yokuşun, yani bugünkü Barbaros Bulvarı'nın sol tarafında, şimdi Said Çiftçi Dispanseri'nin ve Ihlamur tarafına girişin bulunduğu yerin gerisindeydi. Elektrik için lázım olan tesisat Almanya'dan getirtilecekti ve bu vazife Beyoğlu'ndaki bir ithal malları mağazasının sahibi olan ve fotoğrafçılık da yapan Weinberg adında bir Alman yahudisine verildi. İstenen herşey birkaç hafta sonra İstanbul'daydı ve sıra tesisatın kurulmasına gelmişti.
Bu işi de gene bir başka Alman yahudisi, Otto isminde bir mühendis yaptı. Elektriği üretecek olan kazan bahçede inşa edilen özel bir yere yerleştirildi, konağa kablolar çekildi ve tesisatın yerleştirilmesi tamamlandı. Şalter bir akşam indirildi ve konak bir anda ışıl ışıl oldu.
FİLİM GELDİ, KONAK GİTTİ
Abdülhamid faaliyetten anında haberdar ediliyordu. Tesisatın nasıl kurulduğunu ve konağın ampullerle ne şekilde aydınlanlatıldığını bütün ayrıntılarıyla öğrenmiş olmasına rağmen vesvesesi azalmamıştı. Muhtemel bir kazayı düşünüyor, böyle bir kaza neticesinde çıkabilecek yangının İstanbul'a, hatta Yıldız'daki kendi sarayına kadar gelmesinden endişe ediyordu. ‘‘Aradan bir müddet daha geçsin ve görelim’’ buyurdu ve beklemeye başladı.
Ve, maalesef Abdülhamid haklı çıktı. İzzet Paşa konağına elektrik tesisatı döşetmesinden sonra bir de sinema makinesi getirtmişti. Bazı akşamlar ailesiyle yahut dostlarıyla beraber o zamanın sessiz filimlerini seyrediyordu. Olan, işte böyle akşamlardan birinde oldu: Paşa filim seyrettiği sırada kablolar birdenbire ısındı, makine kontak yaptı, çıkan küçük kıvılcımlar bir anda alev halini aldı. Tulumbacıların çabaları netice vermedi ve koskoca konak iki saat içinde kül oldu. Yangın, o sırada üst katlardan birinde herşeyden habersiz uyumakta olan genç bir hizmetár kızı da canından etmişti.
İzzet Paşa yangından sonra ailesiyle beraber bir başka paşanın, İstanbul'un ‘‘Şehremini’’ yani belediye başkanı olan dünürü Reşid Paşa'nın Bebek'deki yalısına taşındı. Ama yangından asıl zararı İzzet Paşa değil, bütün İstanbul görmüştü.
ÖNCELİK MACARLARDA
Konağın bir anda kül olması Abdülhamid'in zaten var olan vesveselerini daha da arttıracak ve elektriğin İstanbul'a gelmesine bir türlü izin vermeyecekti.
İmparatorluğun başkenti, elektriğe ancak seneler sonra, İkinci Meşrutiyet'in 1908'deki ilánından sonra kavuşabildi. İlk elektrik lisansı 1910'un 25 Ekim'inde ‘‘Ganz’’ adında bir Macar şirketine verildi ve şehirde ilk elektrikli lamba 11 Şubat 1914'te yandı.
Bizim enerji maceramız Arap İzzet Paşa'yla ve Paşa'nın Beşiktaş'taki konağının kül olmasıyla, yani işte böyle hiç de hoş olmayan bir şekilde başladı. Son günlerde gittikçe artan enerji tartışmalarını görüp işittikçe, elektrikle ilk tanışmamızı sizlere de anlatayım dedim...
Şam’dan geldi, sarayın en güçlü adamı oldu
Suriye'nin en zengin derebeylerinden Holo Paşa ile Fatma adında Kırımlı bir hanımın oğlu olan İzzet Paşa, 19. asrın ortalarında Şam'da doğdu. Çok iyi bir eğitim aldı, genç yaşında İstanbul'a gelip Abdülaziz'in sarayına girdi ve Abdülhamid zamanında gittikçe yükselerek devletin en güçlü isimlerinden biri oldu. Hükümdarın en yakınındaki, en güvendiği adamı olan Paşa'nın resmi görevi sarayda ‘‘ikinci kátiplik’’ idi, ‘‘Arap İzzet’’ adıyla tanınmış ve büyük bir servete sahip olmuştu. 1908'de İkinci Meşrutiyet'in ilánından sonra Avrupa'ya geçen Paşa daha sonra Mısır'a yerleşti, 1924'te burada öldü ve cenazesi Şam'a nakledildi. Çok geniş bir ailesi bulunan İzzet Paşa'nın oğullarından Mehmed Ali Abid daha sona Suriye Cumhurbaşkanı oldu. Paşa'nın torunları şimdi Avrupa'da, Suriye'de ve İstanbul'da yaşıyorlar.
ZAPTİYE
Hoca’dan hem yürüttü, üstüne bir de hakaret etti
İlmini eserleriyle değil, şahsi reklamını yaparak duyurmaya çalışan ‘‘ulema’’dan eskiden beri hazzetmemişimdir. Türk Edebiyatı profesörü Muhammed Nur Doğan da bu yolu seçti ve dergilerde eski alimlere ve Abdülbaki Gölpınarlı gibi klasik edebiyatın ve şarkiyat ilminin en büyük üstadlarından birine yüklenmeye heveslendi. İşte, Bay Muhammed Nur Doğan'ın bu cür'etinin sebebi, Gölpınarlı'dan makasladığı bir ‘‘eserin’’ yayınlanmasına mani oluşumuzun öyküsü
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nin profesörlerinden Muhammed Nur Doğan, klasik edebiyatımızın iki büyük isminin, Fuzuli ile Şeyh Galip'in ‘‘Leyla ile Mecnun’’ ve ‘‘Hüsn ü Aşk’’ adlı eserlerini bugünün diline aktarıp yayınladı.
Sadece yayın yapmakla kalmadı, dergilere demeçler verip daha önce defalarca yayınlanmış olan bu eserlerin üzerinde çalışanları hiçbirşey bilmemekle, çalışmalarının ‘‘yüzde 80-90 gibi büyük bir oranda yanlış olduğunu’’ iddia etmeye başladı. Derken hızını alamadı, yine bir dergide bu defa Abdülbaki Gölpınarlı gibi eski edebiyatın ve şarkiyat ilminin en büyük üstadlarından birine yüklenmeye heveslendi. Doğan'a göre Gölpınarlı'nın seneler önce yayınladığı Hüsn ü Aşk, ‘‘açılama adı altında kuru ansiklopedik bilgiler veren, üstelik birçok yanlışlığı içinde barındıran bir eser olmaktan ileri gidemiyor’’du.
BİR MAKASLAMA ÖYKÜSÜ
İlmini eserleriyle değil, şahsi reklamını yaparak duyurmaya çalışan ‘‘ulema’’dan eskiden beri hazzetmemişimdir. Şimdi birilerinin bu işi hocam ve üstadım olan Abdülbaki Gölpınarlı gibi bir isme kadar uzatmaya götürdüğünü görünce artık sessiz kalmamam gerektiğini düşündüm ve bugüne kadar hiçbir yerde anlatmadığım bir hadiseyi yazıp eski edebiyat meraklılarını Prof. Muhammed Nur Doğan'ın ‘‘ilmi’’ hakkında bilgilendirmek istedim.
Bay Nurdoğan, bundan iki sene kadar önce bir ortak dostumuz vasıtasıyla beni aradı ve Gölpınarlı'nın varisleriyle biraraya gelmek, bir ‘‘proje’’ üzerinde konuşmak istediğini söyledi. Gün ve saat tayin edip bende buluştuk.
‘‘Proje’’ dediği iş ‘‘makaslama’’dan ibaretti: Abdülbaki Gölpınarlı'nın çeşitli eserlerinin sonunda yeralan ‘‘Açılama’’ bölümlerinin, yani Hoca'nın kitap halinde yayınladığı eski metinleri izah ettiği maddeler halindeki kısımları kitap haline getirmek istiyordu. Bu sayfaların fotokopilerini çıkartmış veya öğrencilerine çıkarttırmış, sonra bunları bir güzel makaslayıp alfabetik sıraya sokmuş, káğıtlara yapıştırmış, üzerine de ‘‘Türk Edebiyatı Lügati’’ veya ‘‘Sözlüğü’’ gibisinden bir isim yazmış ve kapağa ‘‘Yayına hazırlayan: Prof. Dr. Muhammed Nur Doğan’’ ibaresini koymayı da tabii ki ihmal etmemişti. Makasladığı kitaplar arasında, şimdi kendi reklamı uğruna ‘‘yanlış’’ demeye cür'et ettiği ‘‘Hüsn ü Aşk’’ da vardı!
Başta Abdülbaki Hoca'nın oğlu ve varisi Yüksel Gölpınarlı olmak üzere hepimiz bu makaslamaya karşı çıktık. Bay Nurdoğan'a hocanın aynı konuda kaleme aldığı ama yayınlanmamış olan ve baskıya hazır şekilde şimdi bende bulunan çok daha geniş bir eserini, birkaç maddesini geçen Ramazan'da Hürriyet'te yayınladığım binlerce sayfalık ‘‘Türk Edebiyatı Ansiklopedisi’’ni gösterdik.
YÜRÜTEMEZSEN HAKARET ET!
Bay Muhammed Nur Doğan makaslayıp káğıtlara yapıştırdığı ‘‘eser’’i koltuğunun altına koyup gitti, sonra aradan zaman geçti ve dergilerde ‘‘Gölpınarlı da birşey mi bilirdi?’’ gibisinden sözler etmeye başladı. Anlayacağınız, Abdülbaki Gölpınarlı'dan çalıp-çırpma teşebbüsü akim kalınca Hoca'nın hatırasına hakarete başlamıştı.
Bay Muhammed Nur Doğan’ın marifetinin şimdilik bu kadarını yazmakla yetiniyorum. Ama bu nev-zuhur edebiyat allámesi şimdi hayatta olmayan eski álimlerin arkasından bu şekilde sözler etmeye devam edecek olursa, devamını getiririm.
İşte, ilmin ve ilim haysiyetinin üniversitelerimizde geldiği son nokta...
Paylaş