Paylaş
Bir haftadır, Anıtkabir'e yapılması son anda önlenen intihar saldırısını konuşuyor ama aslında 139 yıl arayla aynı olayı tartışıyoruz. Ankara'da devleti ortadan kaldırmaya hazırlananlar bu işi 1859 Eylül'ünde İstanbul'da da denemeye kalkmışlardı. Bugünün Anıtkabir'iyle Fatih Camii'nin yerinde o zaman Dolmabahçe Sarayı ve Kılıç Ali Paşa Camii vardı.
Son bir haftayı, Metin Kaplan'ın adamlarının Anıtkabir'e yapmayı planladıkları intihar saldırısını ve mâlum tehlikenin nerelere tırmandığını tartışmakla geçirdik.
Aslında yeni bir olayı değil, tam 139 sene önce hemen hemen aynısını yaşadığımız bir hadiseyi konuşuyorduk. Kafa, mantık, anlayış ve hareket tarzı 139 yıl öncesiyle aynıydı ve tek fark mekânlardaydı: O zamanlar hedef seçilen Dolmabahçe Sarayı'yla eylem merkezi Kılıç Ali Paşa Camii'nin yerini şimdi Anıtkabir ve Fatih Camii almıştı, o kadar...
Tahtta Sultan Abdülmecid vardı. Tanzimat Fermanı'ndan sonra bir ‘‘Islahat Fermanı’’ yayınlamış, müslümanlarla gayrımüslimleri hukuken eşit hale getirmiş, işkenceyi yasaklamış, eğitimde reform başlamıştı. Devletin çürümüş tarafları elden geçiyor, yenilenmesine çalışılıyordu...
Çağa ayak uydurmaya uğraşıldığı o günlerde, İstanbul'da birdenbire, üzerlerinde ‘‘gavûr padişah’’ yazılı kâğıtlar dolaşmaya başladı. Duvarlar, birkaç gün içinde binler kâğıtla dolmuştu. ‘‘Padişah gâvur oldu, din elden gidiyor, medreseleri kapatacaklar’’ yazılıydı üzerlerinde...
Hükümet, 14 eylül sabahı bir ihbar aldı: Bazı hocalar gizli bir örgüt kurmuşlardı; maksatları padişahı öldürmek, hükümeti dağıtmak ve ‘‘İslâmi’’ bir yönetim kurmaktı. Saray işin üzerine gidince ihbarın doğru olduğu ortaya çıktı. İşin başında Şeyh Ahmed adında bir hoca vardı. Fazlullah ve Kütahyalı İsmail adındaki iki şeyhle anlaşmış, hatta bazı subayları da yanına çekmiş ve Kılıç Ali Paşa Camii'nden idare edilecek bir darbe hazırlığına girişmişti. O günlerde bütün devlet erkânıyla beraber Tophane'de bir merasime katılacak olan Sultan Abdülmecid'e saldıracak, törendeki herkesi öldürecek ve İslâmi bir devlet kuracaklardı.
Hemen bir tutuklama furyası başladı, yakalanan 41 kişi Çengelköy'deki Kuleli kışlasına kapatıldı. Kışlada kurulan mahkeme 25 gün sürdü ve şeriat darbesi hazırlığının tahminlerin de ötesinde kanlı bir şekilde olmasının planlandığı ortaya çıktı. Dört sanık idama mahkum edildi, ötekiler de kürek, hapis, sürgün ve kalebend oldular... Sultan Abdülmecid idamları müebbed hapise çevirdi, mahkûmların tamamını İstanbul'dan çıkarttı, imparatorluğun uzak diyarlarına gönderdi.
Tarihlere ‘‘Kuleli Vak'ası’’ diye geçen olayın kısa öyküsü, işte böyle. Üzerinden tam 139 yıl geçmiş ve değişmeyen tek şey ‘‘o kafa’’ olmuş... Sizce de öyle değil mi?
Padişahların irtica derdi
Metin Kaplan gibilerine millet olarak aslında çok alışığızdır. Asırlar boyunca bir hayli Metin Kaplan çıkartmış ama her nedense sadece o kadarla kalmış ve iktidarı tam ele geçirmek üzere oldukları sırada tepelerine binmişizdir.
Üç asır öncesinin Metin Kaplan'larından biri de, Balıkesirli kadı Doğanizade Mustafa'nın ‘‘Kadızade’’ diye tanınan oğluydu. Vaaz vermekle geçinir; zenginlerin zevke ve safaya daldığını, taşranın yanıp yıkıldığını, rüşvetin alıp yürüdüğünü, halkın dağlara çıktığını, şarapla afyonun salgın haline geldiğini söylemekte ve o da şeriat istemekteydi.
Etrafına bir hayli yandaş topladı ve ‘‘Kadılılar’’ diye anılır oldu. Ama ömrü fikirlerinin iktidar olduğunu görmeye yetmedi. 1635'te öldü, yerini Ustuvani ve Vâni Mehmed isminde iki talebesi aldı...
Namaz ve oruç dışında ne kadar ibadet varsa hepsi haramdı onlara göre. Düşmanlarının en başında tekkeler geliyordu, zira tekkelerin din ve dünya hayatını birbirinden ayırdığına inanıyorlardı. Zamanla saraya, padişah Avcı Mehmed'e kadar sızdılar ve artık bir dedikleri iki edilmez oldu... ‘‘Devleti İslâmileştirmek ve şeriatı hakim kılmak’’ uğruna Anadolu'da bir hayli tekke şeyhini idam ettirdiler. Mevlevihanelerde sema edilmesi bile yasaklandı ve sadece bir hafta içerisinde bin küsur Mevlevi üzüntüden can verdi. Sonra, siyaset meydanında at oynatmaya başladılar. Başkalarına haram olan herşey kendilerine helâldi ve kendilerinden olanlar devletin tepesine çıkıyor, olmayanlarsa cellâdın satırına veriliyordu.
Zamanın hükümdarı Avcı Mehmed, Kadızadeliller'e yüz vermekle yaptığı hatayı 1683'ten, Viyana bozgunundan sonra farketti ve Vâni Mehmed'i Bursa'ya, adamlarını da dört bir yana sürdü. Sonra mollalarla şeyhlerin önde gelenlerini topladı ve ‘‘Bundan böyle molla camiinden, şeyh tekkesinden çıkmayacak; kimse kimsenin işine karışmayacak!’’ buyurdu. ‘‘Karışanı tepeleyeceğini’’ söyledi ve tehdidi işleri yüz yıl kadar idare etmeye yaradı.
Ve bu da sahtesi
Son halifenin kendisi de çağdaştı, ailesi de
Abdülmecid Efendi, Osmanoğulları'nın son halifesiydi. İstanbul'da 1868'de doğdu, 1944'te Paris'te sürgünde öldü.
Birkaç yabancı dil bilir, resimle ve batı müziğiyle uğraşır, modern Türk resminin ilk ustalarından sayılırdı ve Osmanlı Ressamlar Cemiyeti'nin kurucularından olmuştu. Çamlıca'daki köşkü devrin entellektüellerinin uğrak yeri, hatta bir çeşit akademiydi. Besteleri batı formlarındaydı; konçertolar ve oda müziği eserleri besteler, bunları köşkünde kadınlardan oluşturduğu topluluklara çaldırır, Türkiye içinde ve dışında açılan resim sergilerine yağlıboya tablolarını gönderirdi. İstanbul'daki yabancı elçiliklerin raporlarında ondan bahsedilirken ‘‘Fes giymediği zamanlarda iyi yetişmiş bir Fransız'ı andırırıyor’’ gibisinden ifadelere rastlanırdı.
Burada, son halife Abdülmecid Efendi'nin üç ayrı fotoğrafını görüyorsunuz. İlkinde zamanının modern giysilerine bürünmüş şık bir senyör var. Onu batılı çağdaşlarından ayıran tek fark, başındaki fesi. Halife diğer fotoğrafta Türk şiirinin meşhur bir isminin, Abdülhak Hamid'in yağlıboya bir tablosunu yapıyor ve şair o sırada henüz halife olmamış bulunan Şehzade Abdülmecid Efendi'ye bizzat modellik ediyor. Son fotoğrafta ise Halife'nin kızıyla torunlarını birarada görüyorsunuz. Abdülmecid Efendi'nin solunda kızı Dürrüşehvar Sultan; kucağında ve yanında torunları Neslişah, Hanzade ve Neclâ Sultanlar var. Hepsi çağdaş giysiler içinde...
‘‘Son’’ ve ‘‘gerçek’’ Halife'nin bu fotoğraflarını Almanya'da türeyen garip kılıklı ve hilâfeti kendisinden menkul sahtesiyle karşılaştırmanız için yayınlıyorum. Başka da bir söz etmiyorum ve yorumu size bırakıyorum...
Paylaş