Paylaş
Erdal Atabek, dünkü Cumhuriyet'te ‘‘Zekânın Yeni Boyutları’’ndan söz ederken, sinerji kavramıyla bu yeteneği yan yana getirmiş.
Sinerji, yani çeşitli enerjilerin karşılıklı tamamlayıcılıkla kullanımı.
Öyle bir kullanım ki, bütün o enerji kaynakları bir araya getirildiği zaman ortaya çıkan sonuç, hepsinin toplamında da daha fazla, daha etkili olsun.
Bunu bildikten sonra, çeşitli zekâ türlerinin dağınıklık, örgütsüzlük, savrukluk, hatta bazen hainlik içinde ziyan edilişi insanı daha çok üzer.
Akademik zekâ, yani sayısal ve sözel becerilerin alanı.
Duygusal zekâ, yani farkındalık, kendini denetleyip dürtülere egemen olma, sezme, sorun çözme, başkalarıyla birlikte çalışabilme, hatta yanlışını kabullenme.
Toplumsal zekâ, yani kendini iyi anlatabilme, kalabalıklarla sağlam iletişim, başkalarını etkileyebilme.
Atabek, bu zekâ alanlarını saydıktan sonra, hepsi birden ‘‘sinerjetik’’ biçimde kullanılmazsa, bir alandaki başarının başka alandaki kayıp yüzünden heba olabileceğini, ‘‘sayısal alanda başarılı olan birinin duygusal alanda dürtülerine egemen olamadığı ya da sosyal alanda sevimsizleştiği’’ için başarısızlığa sürüklenebileceğini söylüyor.
Prevert'in şiirleri son derece ‘‘zekice’’dir. Zekânın parlaklığı dilin güzelliğine karışır. Oktay Rıfat'la Metin Eloğlu da öyledir. Zekâya mı, yoksa dil ekonomisindeki ustalığa mı hayran kalacağınızı bilemezsiniz. Onlarda birkaç zekâ yan yana gelmiş gibidir.
Çetin Altan'ın zekâsını acaba hangi kategoriye koymalı?
Konuşurken ve yazarken hiç beklenmedik köşelerden en şaşırtıcı dönüşleri yapıp önünüze yepyeni bir ufuk açabilen, siz oralarda gezinmeye niyetlenirken hiç akla gelmeyecek sözcüklerle yedi kat göğün tepesinden temennalar çakan.
Yeni eşi, 72. yaş günü için kendisine bir sürpriz yapmış ve o çeşit yazılarından seçilmiş bir derleme bastırıp kendisine armağan etmiş.
Herhalde, renklinin renklisi bir zekâ demeti olarak.
Yahya Kemal'in doymak bilmez oburluğuna ve yemek yeyişine tanık olanların, nerdeyse edebiyattan tiksinir hale geldikleri çok söylenir.
Geçen hafta ortasında, yeşil tepelerden Karadeniz'in güneşli maviliğine bakan bir Zonguldak masasında, bir başka zekâ türünün temsilcisi olan İlhan Selçuk'la yıllar sonra yan yana gelmiş bir Çetin Altan'ı dinlerken, daha doğrusu onun kimseye sıra bırakmayan konuşma tutkusundaki renkliliği izlerken, tam tersine, sözcükleri iyi kullanmaya dayalı bütün sanatları daha çok sevdiğinizi hissediyorsunuz. Çetin, yemek yemiyor; ağzı sözcükleri sevmekle, okşamakla meşgul. Zekâ, kelebek gibi uçup sözcükten sözcüğe konmakta.
Ama, Çetin'i dinlemek, her defasında, yine onun deyimiyle ‘‘fareleri birbirine yedirten’’ sistemin, daha doğrusu adam öğüten değirmenin enayiliğini düşündürür insana. Değişik zekâları bir araya getirip parlak bir toplum sinerjisi yaratmak varken, fırsat buldukça her birini teker teker ezmeye, yıldırmaya, sahneden silmeye çalışmak enayilik değildir de nedir?
Paylaş