Paylaş
BÜTÜN isteklerin ve özlemlerin üstüne çıkan, kişiyi kendisine tutsak eden, edilginleştiren bir bağımlılığın adıdır tutku. Ruhbilimin temel doğrularından birine göre; tutku, ancak tek olur. Aynı zamanda hem kumar düşkünü yahut içki müptelası, hem de sırılsıklam áşık olamaz insan. Bunlardan biri mutlaka ağır basacak, öbürlerini bir yana itecektir.
Türkleri sarmış olan Avrupa tutkusu da galiba böyle. Ona tutulanların gözü başka şey görmüyor; insanlara kendi çıkarlarını bile unutturan o.
Oysa, AB'ye tam üyelik de bir hesap kitap sorunu ve bütün unsurları göz önünde tutarak akıllıca alınması gereken bir karar konusudur. Her karar gibi, onun da bütün veriler, koşullar ve olanaklar masaya yatırılarak sonuca bağlanması gerekir.
Ama, oraya gelmeden önce, şu noktayı açıkça, herkesin anlayacağı ve demagoji konusu yapamayacağı biçimde ortaya koymakta yarar var: Avrupa Birliği'ne girme tutkusundan vazgeçmek, Batı'ya sırtını dönmek, Avrupa'yla kavgalı olmak, ticaretten kültüre kadar bütün alışverişlere son vermek demek değildir. Tam tersine, girmeyişin Avrupa'yla belki daha sıcak ve dürüst ilişki kurmak, sürekli didişme yerine insanca bir arada yaşama yollarını bulmak anlamına gelebileceğini de düşünmek gerekir. Durmaksızın kapıya vuran, kapıdan giremediği yere bacadan girmeye çalışan bir Türkiye'yi bezdirip tutkusundan vazgeçirmek için AB'nin çeşitli organlarında alınan kararları bir düşünün, bir de böyle bir tutkuya yakalanmamış, kendi sorunlarını çözmeye yönelmiş bir Türkiye'nin ilişkilere getireceği rahatlığı ve yumuşaklığı.
Bu, sorunun sosyal ve siyasal psikolojiye ilişkin yönü.
Ayrıca ulusal çıkarlara ilişkin bedeller sorunu var ki, o çok daha önemli.
Son günlerde, ‘‘Aman Katılım Ortaklığı Belgesi'ndeki paragraflara ve falanca organın kararlarına içerleyip köprüleri atmayalım, uzun vadeli ulusal çıkarları düşünerek soğukkanlı davranalım’’ diyenler, bu ilişkinin çok somut başka yönlerini kolaylıkla göz ardı edebiliyorlar.
Sanki sorun, basit bir küskünlük ve geçimsizlik sorunuymuş gibi.
Oysa, ödenmesi gereken bazı öyle bedeller söz konusu ki, onlar laf arasında ‘‘Orası pek önemli değil; inşallah da olmaz’’ türünden sözlerle geçiştirilemez.
Nelerdir bunlar?
Birincisi, tam üyeliğin gerektirdiği yapısal değişiklikler, Avrupa'nın vaat edip de bir türlü vermediği ve Portekiz, İspanya, Yunanistan, İrlanda gibi ülkelere verilenlerin çok gerisinde kalan fonlarla başarılabilir mi?
İkincisi, Kıbrıs ve Ege konularında mutlaka istenen ödünleri ülkenin stratejik ve ekonomik çıkarları açısından vermek mümkün müdür?
Fransa'dan sonra İsveç'in dönem başkanlığı dolayısıyla öne çıkarılacak olan Güneydoğu konusunda istenenlere boyun eğilebilir mi?
Bir tutkunun peşinden sürüklenmeden önce, kendimize açıkça sorup yanıtlarını da açık yüreklilikle vermemiz gereken sorular bunlardır.
Paylaş