Paylaş
Speicherstadt, Koca Hamburg Limanı'nın küçük kanallar ve eski antrepolar semti. Geçen yüzyıl sonlarında okyanus ötesi seferlerden Elbe'ye dönen büyük gemilerin yükü mavnalara aktarılarak buralara boşaltılıp istif edilirmiş. Yüzlerce, hatta binlerce metrelik rıhtımlar boyunca uzanan, sağlam tuğladan yapılmış çok katlı depolar. Uzakdoğu'nun ve Güney Amerika'nın çayı, kahvesi, baharatı Almanya'nın, hatta Avrupa'nın içlerine buradan dağılırmış.
Nitekim, dünyada benzeri bulunmayan ünlü ‘‘Baharat Müzesi’’ de burada.
Ama, Speierstadt'ının asıl ilginçliği, aylardan beri ‘‘Titanic Müzesi’’ne evsahipliği ediyor olması. Yoğun ilgi dolayısıyla iki ay daha uzatılan sergi, yine eski antrepolardan birine yerleştirilmiş.
İlginçlik, Titanic olayında değil, o olayın sergilenişinde. Yoksa, Kuzey Atlantik'te buzdağına çarparak 2208 kişilik yolcu ve mürettebatından 1503'üyle birlikte sulara gömülen 60 bin tonluk transatlantiğin batışı şimdiye kadar bir yığın filme ve kitaba konu oldu.
Ama, olayın ve 3600 metre derinlikte yatan batıktan çıkarılmış buluntuların sunuluşu başlıbaşına bir ‘‘cergicilik harikası’’ sayılabilir.
Bir defa, dıştan demir merdivenle birkaç kat çıkılarak girilen antrepo kapısından başlayarak kendinizi geminin atmosferinde buluyorsunuz. Ses ve ışık oyunlarıyla, martı sesleri ve buharlı makine dairesi gürültüleriyle birlikte, Titanic'in ilk ve son seferi başlıyor.
Çağının en büyük transatlantiği, Belfast'ın Harland and Wolff tezgahlarında yapılan, dört bacalı ‘‘batmaz’’ Titanic: Aslına uygun yapılmış lüks kamaralar, sigara salonları, gümüş takımlarla kurulmuş yemek masaları.
Sonra, o meşum 14 Nisan 1912 gecesi: Kazadan kurtulan İngiliz gazeteci Lawrence Beesley'nin ‘‘Kamaramda sarsıntı bile duymadım; ancak geminin makineleri stop edince bir şeyler olduğunu hissedip güverteye çıktım’’ dediği çarpış. Tam 20,5 mil süratle giden geminin sancak baş omuzluğundan nasıl bir şeye çarpıp da ‘‘yırtıldığını’’ anlamak için elinizi duvardaki ‘‘buzdağı’’na değdiriyorsunuz: Gerçek buzdağının soğukluğu; eliniz üşüyor.
Civardaki gemilere yanlış mevki bildiren telsiz zabitinin tıkırtılarını duyuyorsunuz. İki buçuk saat süren batış, çalmaya devam eden orkestranın müziğiyle, kurtulan yolcuların sesli ve yazılı anılarıyla yeniden yaşanıyor.
Bir de, yolcu listesi. Osmanlı uyruğu altı kişi: Üçüncü mevkiden David Vartanyan ile Nasar Kirkoryan adlı iki Ermeni, Musevi Haim Montel ve eşi, Dimitri Marinko diye yazılmış herhalde bir Rum, ikinci mevkiden Nicholas Nasrullah adlı belki bir Süryani.
Batıştan sonra, iki kat inip ‘‘denizin dibine’’ geçiyorsunuz.
Fransız araştırmacıların Amerikalı bir zenginin bağışıyla bu iş için yaptıkları sekiz metrelik ‘‘Nautile’’ denizaltısı. Altı bin metreye kadar inebilen, 1985'te batığı bulan, dipteki kalıntıları çelik koluyla toplayan, uzaktan kumandalı kamerasıyla her köşeyi görüntüleyebilen teknik mucize.
Onun su yüzüne çıkardığı çürümüş bir kadın çantası, kutusundan fırlamış bir silindir şapka, mücevher kalıntıları, göçüp gitmiş bir yaldızlı dönemin hüzün verici eşyası. Orkestradan kalma kırık dökük bir klarnet...
İster istemez, ‘‘İkinci Dünya Harbi'nde torpillenen Refah'ın, Çanakkale'de İsveç şilebiyle çarpışan Saldıray'ın batışları da böyle canlandırılamaz mı?’’ diye soruyorsunuz kendi kendinize. Canlı kalması gereken şehit anılarını yaşatabilmek için, su altından çıkarılmış eşyalarla olmasa da, maketlerle, resimlerle, evlerden toplanabilecek anı parçalarıyla...
Denizcileri sevmeye, denizci bir toplum olmaya niyetiniz varsa, tabii.
Paylaş