Paylaş
Herkes bir şeyler söylüyor ama, kimse söylenmesi gerekeni tam olarak söylemiyor.
Ne Avrupa'ya, ne Amerika'ya, ne de başkalarına.
İçte ya da dışta.
Kesin biçimiyle söyleyen yine de Denktaş. O bile, kimse aynı kesinlikle söylemediği için, söylediklerini yumuşatmak, diretici gözükmemek zorunda.
Nedir açıklıkla söylenmeyen? ‘‘Kıbrıs'ı çözmezseniz Avrupa'ya giremezsiniz, Amerika'daki kamuoyunu kazanamazsınız, dünya kamuoyunu memnun edemezsiniz!’’ diyenlere olanca açıklıkla ne söylemek gerekir?
Demek gerekir ki, ‘‘Çözüme de varız, federasyona da, konfederasyona da, adada iki toplumun yanyana, barış içinde yaşamalarına ilişkin her şeye varız; ama tek koşulla: Her şeyden önce, kuzeydeki Türk halkının kendi devletini kurma hakkını resmen kabul etmeli, onun kurduğu devletin haklılığını ve meşruluğunu görmeli, kısaca o devleti tanıyıp Güney'dekilere de yalnızca Güney'in devleti olduklarını olanca açıklığıyla söylemelisiniz!’’
Şimdiye kadar en büyük hata, bu noktada yeterince ısrar edilmemesi, bu gerek yerine getirilmeden yarım yamalak eşitlik görüntüleriyle masaya oturulması, bu konu açıklığa kavuşmadan gerçekçilikten uzak ve fazla büyük hedeflerin peşinde koşulması oldu.
Bu noktayı çözmeden, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin Avrupa Birliği'ne tam üyeliğini Türkiye'nin üyeliğine bağlamak gibi.
Oysa, Avrupa konusundan büsbütün bağımsız biçimde, ‘‘Çözüm, ancak iki eşit ve resmen tanınmış devletin yanyana gelmesiyle gerçekleşebilir’’ noktasında diretilseydi, şimdiye kadar çok mesafe alınmış olurdu. Şimdi bile, Avrupa'nın Kıbrıs'ı mutlaka tam üye yapmayı, belalı bir sorun üstlenerek değil, tarafların serbest irdadeleriyle oluşmuş bir çözümle birlikte gerçekleştirmek hevesinden yararlanmak ve KKTC'nin tanınması bakımından başarı elde etmek olanağı vardır: ‘‘Çözüme ulaşmış bir Kıbrıs mı istiyorsunuz? Çözüm ancak böyle olabilir. Kıbrıslı Türklerin sizinle ve Rumlarla tam üyelik konuşmaları, ancak devlet statüleri tanındığı zaman mümkündür!’’
Bu yaklaşım, hem anayasa ve devletler hukukundaki federasyon kavramı bakımından doğrudur, hem de Kıbrıs'ın yakın tarihi açısından.
Kendi bağımsızlık hakkını 1960'ta ortaklık cumhuriyetini kurarak kullanmış, sonra aynı hakka dayanarak olaylar karşısında çeşitli yönetim biçimlerinden geçerek kendi devletini kurmuş bir halkı başka yollarla baştan çıkarmaya çalışmak olmaz.
Örneğin, gençlerin zihinlerini dış seyahatlerle yıkayarak, maddi çıkarlarını her şeyin önüne çıkartanlara ‘‘Avrupa Birliği'ne giriş olsun da, nasıl olursa olsun’’ dedirterek, Atina'nın yemek masalarına kabul edilmeyi Kıbrıslı Türk adamlarına büyük bir lütufmuş gibi sunarak.
Çünkü, insanlıktan, eşitlikten, barıştan söz edenlerin, her şeyden önce, adanın kuzeyinde oturanların en az güneydekiler kadar kendi devletlerini kurma hakkını kabul etmeleri gerekir.
Sonrası, sonra konuşulur.
Avrupa Birliği, Ankara'nın yıllardır elde etmek istediğini birdenbire kabul ediverse ve ‘‘Tamam, Avrupa Konferansı'na asıl adaylardan farklı biçimde değil de, tam eşit olarak katılacaksınız, hatta sizi hemen tam üyeliğe kabul edeceğiz’’ dese, Kıbrıs'ta iki devlete dayalı olmayan, yani Türkleri ikinci sınıf vatandaş sayan bir çözüme seyirci kalacak mıydık?
Paylaş