Paylaş
Tabloid, bu gazete boyunun ikiye katlanmışıdır. Batı'daki basının bir kısmı öyle. Die Neue Zürcher Zeitung ve Le Monde gibi ağırbaşlılık istisnaları var; ama, tabloidlik genellikle kolay okunurluğun, canlı ve renkli yayıncılığın simgesi sayılır. Böyle olduğu içindir ki, tam boy olsalar bile aynı üsluba yönelik gazeteler için de bu söz kullanılır.
Ama, biçim ne olursa olsun, basındaki etik kuralların herkes için geçerli olması asıldır. Nitekim, İngiltere'nin yüksek tirajlı bazı gazeteleri, tabloid tarzlarına ve boylarına karşın, bu kurallara uydukları için saygın kalırlar.
Yoksa, şu ya da bu saikle o kuralları ayaklar altına aldınız mı, tarzdaki başarınız ya da boyunuz ne kadar büyük olursa olsun, kendiniz küçülürsünüz.
Üstelik, herkese ‘‘Boyundan utan!’’ dedirterek.
Diyelim, bir ülkede, adınızdan başlayarak, bu tarzın ‘‘yıldızı’’ olmak iddiasıyla sahneye çıkmışsınız; ama ilk sayılardan başlayarak mesleğin kurallarına ihanet etmeye başlarsanız, olmaz.
Örneğin, yeni muhabirinizi politikacıyla mülakata yolladınız; o sordu, politikacı yanıtladı. Beğenmedinizse, işinize gelmeyen yanlarını kesip atar, hatta mülakatı hiç yayınlamayabilirsiniz bile. İsterseniz gazetenin başka bir köşesine, yasalar çerçevesinde, o politikacı için düşündüğünüzü yazmakta, dilediğiniz başlığı atmakta ve mizanpaj oyununu yapmakta serbestsinizdir de.
Ama, mülakatı ayrı sütunda yayınlayıp içinizdekini başka yerde kusmak varken, bütünüyle muhabir imzası taşıyan bir görüşme metninin girişinden arka plan bilgisine ve bağlantısına, başlığından altbaşlığına kadar her şeyiyle ırzına geçmek ne gazeteciliğe sığar, ne insanlığa, ne de çalıştırdığınız kişilere göstermeniz gereken saygıya.
Kendi ürününe saygılı olmak ise, hepsinden daha önemli. Kalıcı olan, günü geldiğinde bakıp da gurur ya da utanç duyulan odur.
Büyüklüğün gerçek ölçüsü de galiba orada.
Büyük şair Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın Milliyet Yayınları'ndan çıkan ‘‘Seviştilerken’’ adlı son derlemesindeki bölümlerden biri, ‘‘Yokolan Çokuluslu Olmak’’ başlığını taşıyor.
Eski Yugoslavya üzerine, belli ki Tito döneminde yazılmış dizeler.
Halkların iç içe girdiği, dinlerin, dillerin, kültürlerin birbirine karıştığı bir coğrafyada insanları insanca yanyana yaşatmanın ve ilk Osmanlı yüzyıllarındaki ‘‘birlikte farklılık’’ rüyasını çağdaş koşullarda canlandırmanın denendiği yıllar.
Nazi işgaline direnişin yarattığı ortak özveri ve coşkudan yararlanarak.
Dağlarca, o dönemin ‘‘diz dize yaşayan insanlaşmış uluslar’’ından söz etmekte. Şimdi, Tito sonrasında, sayı üstünlüğünü zalimliğe dönüştüren Sırp liderlerin çapsızlığı, etnik farkları vurgulamayı demokrasi sanan bazı Batılıların salaklığı ve Doğu Avrupa hesapları uğruna Yugoslavya'yı parçalatan Almanya'nın elebaşılığıyla o ulusların bir bölümü insanlıktan uzaklaşmışsa, yazdıklarından utanacak olan herhalde Dağlarca değildir.
Zaten kitapta da, gururla, ‘‘Bu yapıt, o ülkenin mutlu günlerinde yazılmış, sonraki günlerinde yok edilmişliği düşünülerek yayınlanmıştır’’ denmekte.
Çünkü, Dağlarca, hem şair, hem adam. Tabloide müsvedde yazmıyor, anıt dikiyor.
Paylaş