Paylaş
Türk dış politikasının son yıllardaki en büyük kusuru, edilen sözlerle yapılamayan işler arasındaki çelişkidir.
Zaman zaman, amiyane deyimiyle ‘‘tükürdüğünü yalamak'' diye adlandırılabilecek kadar açık bir tutarsızlık. Neredeyse, ünlü fıkradaki sözü anımsatarak, ‘‘Madem yiyecektik, biz bu lafı niçin ettik?'' dedirtircesine.
Bayan Çiller'in uzun başbakanlık ve dışişleri bakanlığı dönemlerine damgasını vuran bu tutum, Türk diplomasisinin son yıllara kadar süren parlak görüntüsünü gölgeleyip ününü zedelemiştir. Ama kabahati tek kişinin üstüne atmak da yanlış olur: Hırstan gözü dönmüş donanımsız bir başbakana veya başbakan yardımcısına ‘‘hayır'' diyemeyen bazı dışişleri bakanları ile sessiz kalan bazı diplomatlar hiç mi suçsuzdur?
NATO'nun genişlemesine ilişkin tutum, o dönemden kalma son örnektir.
Ankara, bütün yıl boyunca, ‘‘Avrupa Birliği'nin kapıları Türkiye'ye açılmazsa, Polonya, Çekoslovakya ve Macaristan'ın NATO üyeliğini veto ederiz'' diye özetlenebilecek bir söylem tutturmuştu. Ağır yükler üstlenerek Batı savunmasına büyük katkıda bulunmuş bir ülkenin, aynı zamanda Batı Avrupa'dan dışlanıyor olması elbette açık bir çelişkiydi ve bu tutumun haklı görülebilecek yönleri de vardı. Ama işin diplomasisi ‘‘şantaj'' kokusu vermeyen daha sağlam gerekçelere dayandırılamaz mıydı?
Örneğin, genişlemenin üyelere getireceği yeni katkı yükü açısından...
Yahut, Rusya'yı tedirgin etmenin Türkiye ile o ülke arasındaki ilişkileri özellikle ekonomik bakımdan zedeleyeceğini ileri sürerek.
Böyle bir tutum, hiç olmazsa, bazı ödünler elde ettikten sonra çok daha zarif bir geri dönüşü mümkün kılabilirdi. Oysa, şimdi, parasını ödediği halde iki firkateyni bile kendisine teslim edilmeyen NATO üyesi bir Türkiye, üç yeni devletin daha ordularını modernleştirecek bir Madrid kararına kuzu kuzu katlanmak durumuna düşmüştür.
Üstelik, istediği bir başka şeyi, Romanya'nın üyeliğini sağlayamadan.
Umulur ki, aynı toplantıda Madam Albright'ın isteğine uygun olarak varılan Türk-Yunan uzlaşması da başka geri çekilişe yol açmasın.
Çok açıkça sormak gerekir: Karşılıklı ilişkilerde ‘‘güç kullanma tehdidinden vazgeçme'', Türkiye'nin Ege'deki ‘‘on iki mil'' konusunu ‘‘savaş nedeni'' saymaktan vazgeçmesi anlamına mı gelmektedir? Öyleyse, artık o davaya da ‘‘kaybedilmiş'' gözüyle bakmak gerekmez mi?
Daha önemlisi, iki ülke arasındaki barış şimdiye kadar ancak Türkiye'nin caydırıcı kararlılığıyla sürdürülebildiğine göre, savaş tehlikesine şimdi daha çok yaklaşılmış olmuyor mu?
Önümüzdeki dönem, bir başka konuda da Ankara'yı ‘‘söylediğini yapamamak'' durumuyla karşı karşıya getirebilir: ‘‘Kıbrıs Cumhuriyeti''nin Avrupa Birliği üyeliğine ilişkin müzakere süreci başlatıldığında toplumlar arası görüşmelere gerçekten son verilecek ve Türkiye ile Kuzey Kıbrıs arasında çok ileri düzeyde bir ‘‘özel ilişki'' hemen kurulabilecek midir?
Eğer öyleyse, bu konudaki teknik antlaşma metinlerinin önceden hazırlanması ve Avrupa-Kıbrıs müzakereleri başlar başlamaz, hatta aynı gün, Türkiye Cumhurbaşkanı'nın bu antlaşmaları Lefkoşa'da imzalayacağını şimdiden kesin olarak ilan etmek gerekmez mi?
Yoksa, ‘‘Ankara söyler, ama yapmaz'' demeye alışmış bir dünyanın şimdiki Denktaş-Klerides zirvesinde söylenenleri de ciddiye alması beklenemez.
Paylaş