Paylaş
Denizden uzak yaşamış olanlara, ‘‘sol-sağ’’ sözleri dururken ‘‘iskele-sancak’’ diye konuşanları duymak tuhaf gelir. Serdümene ‘‘Beş derece sol!’’ diyeceğine, niçin ‘‘Beş derece iskele!’’ der ki kaptan?
Oysa, nedeni basittir: Deniz üstünde iletişimin sağlıklı olabilmesi için, insanların sağı soluyla gemilerinkini birbirinden ayırmak gerekir. İskele, geminin başına doğru bakıldığında omurga çizgisinin solunda kalan kısımdır; sancak da sağdaki. Teknenin neresinde bulunursanız bulunun, sağ ya da sol dendiğinde, kendi sağınızı solunuzu değil, gemininkini düşünmeniz gerekir.
Çünkü, kimin ne zaman nerede bulunduğu ve yüzünün ne yana dönük olduğu bilinmez. Ama, geminin başı, dolayısıyla da iskelesi sancağı bellidir.
Ne tuhaf; sırtı denize dönük yaşayan bir ülkede bile siyaset konusunun en yaygın benzetmeleri hep denize ilişkin olur: ‘‘Aynı gemideyiz’’ türü klişelerden geçilmez. Fırtına, dalga, kaptan, tayfa gibi sözlerden de. Ama, nedense, benzetmelerde iskele-sancak belirginliği yoktur.
Oysa, Türkiye'de olmasa da, dünyadaki yaygın uygulamayla siyaset yelpazesinin sıralanışına böyle bir kesinlik getirilmek istenmiştir: Fransız İhtilali'nden beri, parlamentolarda yüzü salona dönük olarak oturan başkanın sağındakiler tutuculuğu, solundakiler de değiştiriciliği temsil ederler; sağ-sol sözleri buradan kaynaklanır.
Ne var ki, partiler insanlardan oluşur ve çoğu zaman insanların sağı solu pek bilinmez, sırtlarını nereye dayayıp yüzlerini nereye döndürdükleri kolay kestirilemez. Siyasal yelpazenin bazı kanatlarındaki belirsizlik bundandır.
1965 Meclisi'ndeki İşçi Partisi dışında, şimdiye kadar parlamentoya girmiş sol partilerin bocalayışları da bundan.
Oysa, sol parti demek, düzen değişikliği konusunda bocalaması olmayanların partisi demektir. Türkiye'nin koşullarında ise değiştirmeciliğin özünü ulusal devrimcilik oluşturur: Milli Mücadele'den başlayıp devlet biçimine, yasalara, yarım kalmış ekonomik, sosyal, kültürel atılımlara uzanan bir devrimcilik.
Tarihsel süreç içinde bunu koruyabilmek, partilerin yapısını kişiselliklerden arındırıp toplumun örgütlü dinamik güçlerine dayandırmakla olabilir: İşçi sendikaları, meslek kuruluşları, gençlik ve kadın dernekleri...
Meclis'e girmiş sol partiler içinde bunu başarabilen oldu mu?
Bir süre bahane olarak ileri sürülen yasal engeller de kalktığı halde?
İşin kötüsü, devrimciliğin mirasçısı partiler ile o kuruluşlar arasında ilişkiler kopuk olunca, dinamik kalması gereken gönüllü kuruluşların kendileri de zamanla durgunluğa, tutuculuğa sürüklenmekten kurtulamadılar.
Partiler üzerine gönüllü kuruluşların dürtüsü, gönüllü kuruluşlar üzerine de partilerin siyasal bilinç etkisi olmadığında hep görüldüğü gibi.
Eğer sol, bugünün Türkiye'sinde, bütünüyle siyasal bir sığlığa oturmuş görünüyorsa, tarihin denizinde yeniden yüzmenin çaresi, iskeledekileri sancağa yığmak değil, ulusal devrimci miras dışındaki yüklerden kurtulmaktır.
Paylaş