Snalubma

Mümtaz SOYSAL
Haberin Devamı

Yeni Amerikan Büyükelçisi, verdiği ilk kabul resminde konuklarına topluca seslenirken konuşmasının giriş cümlelerini Türkçe söylüyor. Kalabalıktaki Türkler'in hepsi hayran. ‘‘Helal olsun elçiye!’’ diyenler bile var. Nerdeyse, hep bir ağızdan ‘‘Türkiye seninle gurur duyuyor!’’ diye bağırılacak.

Sanki başarılamayacak bir şey başarılmış gibi, hayretler içinde herkes. Oysa, basit: Ankara'ya gönderileceğini öğrenen bir diplomat oturup çalışmış, gideceği yerin dilini öğrenmeye başlamış, o kadar.

Görevlendirildiği yerde hemen herkes onun dilini az çok konuştuğu halde.

Yıllarca kaldıkları başkentlerde, bildikleri yaygın büyük dillerle vaziyeti idare edip yerli dilden beş sözcük bile öğrenmeden dönen bazı görevlilerinizi anımsayınca, Türkler'in bir özelliğini düşünmeden edemiyorsunuz: Yabancının marifetine hayran olmak, ama o marifete özenmeyi, aynını yapmak için çalışmayı aklının köşesinden geçirmemek.

Bırakın ancak bir avuç insanın tanık olduğu bu çeşit örnekleri, altmış beş milyonluk bir ülkede televizyonlarla her dakika ev içlerine taşınan görüntülerin bile toplumda gönüllü çalışkanlık yaratmamış olması düşündürücü değil midir?

Gelişmiş ülkelerdeki doğal afet ya da kaza sonralarını seyrediyorsunuz. Örneğin, bir su baskını, korkunç çığ, büyük yangın. Çeşitli sporlarla yetişmiş insanların kendiliklerinden hemen nasıl örgütlendiklerini, resmi yardım kuruluşları gelmeden yerel halkın neler başardığını görüyorsunuz. Kendi toplumunuzu da aynı biçimde hazırlama gereği geçmez mi içinizden?

Kurumlarımızın her köşesinde sivil savunma sekreterlerinin ve uzmanlarının bulunması yetiyor mu? Daha doğrusu, adı duyulunca ancak savaş durumunu akla getiren böyle bir örgütlenme, afetlerde ve kazalarda can kurtarma açısından iyi yetişmiş bir toplum yaratmayı başardı mı? Bu konuda başkalarından alınacak ders, güzelim ‘‘cankurtaran’’ sözü yerine ‘‘ambulans’’a heveslenmekle ve dikiz aynaları için tersten yazmakla bitmiş oluyor mu?

Bereket, yine spor çevrelerinden başlayan birtakım kıpırdanmalar var.

Erzincan'daki ‘‘Afetler Araştırma, Eğitim, Acil Yardım ve Kurtarma Derneği’’nin ardından İstanbul'da da dağcılarla kayakçıların kurdukları bir ‘‘Arama ve Kurtarma Derneği’’nin bulunduğunu biliyor muydunuz? Kısaltılmış adı ‘‘AKUT’’ olan bu dernek şimdiye kadar daha çok dağlarda kaybolanlarla uğraşmış, birtakım bağışlar ve yardımlarla kendince bir altyapı oluşturmaya çalışmış. Beyoğlu'nda, Bekâr Sokağı, 16/3'te küçük bir merkezi var.

Bu çeşit girişimlerin daha fazla teşvik edilmesi, desteklenmesi, çogaltılması ve bütün ülke yüzeyine yayılması gerekmez mi? Örneğin, kıyı kazalarında can kurtarma için deniz izcilerini, yüzme ve yelken kulüplerini örgütlemek düşünülemez mi? Geçmişinde tulumbacılık geleneği bulunan bir toplum, bugünkü Amerika'nın küçük kasabalarında olduğu gibi, birkaç mahalleyi bir araya getirip gönüllü yangın söndürme ekipleri oluşturamaz mı?

Yoksa, Türkler'in en sevdikleri şey, evler yandıktan, seller bastıktan, tekneler battıktan, insanlar boğulduktan ve gençler kaybolduktan sonra, ‘‘İtfaiye geç kaldı, belediye motopompu gelmedi, tahlisiye gemisi yetişemedi, cankurtaran gecikti, kurtarma helikopteri kalkmadı!’’ diye yakınmak mıdır?

Yazarın Tüm Yazıları