Paylaş
BAY Cottarelli yine geldi.
Beklenen tarihten biraz erken. Her ne kadar ‘‘Erken değil, ayın ortasından sonra zaten gelecekti’’ deniyorsa da.
Ekonomide alarm zillerinin yeniden çalması, her türlü olasılığı getiriyor insanın aklına: ‘‘Gel bizi kurtar!’’ dendiği için mi geldi, yoksa kendisi ‘‘Yine beceremediniz, gelip düzelteyim’’ dediği için mi?
Neresinden bakarsanız bakın, koskoca Türkiye Cumhuriyeti bürokrasisinin, hükümetinin ve medyasının uluslararası bir kuruluştaki bir görevliyle, onun gelip gidişiyle bunca ilgilenmesi düşündürücüdür. İki şeyden biri: Ya sorunlarımızı kendi aklımız ve bilgimizle çözemeyecek kadar akılsız ve bilgisiziz; ya da sorunlarımız aklımızın ve bilgimizin erişemediği yerlerde bizim çözemeyeceğiz kadar çetinleştirilmiştir.
İlk bakışta birbirinden ayrı olasılıklar gibi görünse de, ikisi de aynı kapıya çıkar: Türkiye, kendi aklını ve bilgisini kullanmalı ve yazgısını başkalarının iradesine bu ölçüde bağlamamış olmalıydı.
Osmanlı'da bu çeşit bağlanışların özürü vardı: Türkler yüzyıllarca ekonomik düşüncenin ve hatta genel olarak ekonomiyi yönlendirici etkinliklerin dışında kaldıkları için, onlar adına düşünme ve yönlendirme azınlıklara ve uzantısı oldukları yabancılara kalmıştı. Ama, cumhuriyetin üniversiteler kurduğu, ekonomiyi ve yan bilimleri öğreten kurumlarda binlerce, on binlerce insan okuttuğu, hatta kalkınma ekonomisi alanında seçkin bilim adamları yetiştirdiği inkár edilebilir mi? Dış ve iç etkiler ne olursa olsun, bu ülke insanlarını şaşkınlaştırmak için başkaları ne derse desin, yetişen insanlardan hepsinin ‘‘Türkiye'nin sorunlarını kendi aklının ve bilgisinin yetmeyeceği ölçüde çetinleştirilmek’’ için yetiştirildiği söylenemez. Böyleleri olsa da, onlardan farklı olarak ‘‘kalkınma ekonomisi’’ denen bilim disiplininde Fanon'larla, Tinbergen'lerle aynı çizgide düşünebilen, ulusal sınaileşmenin yerli sorunlarını bilen, kendi halkının planlı gelişmesi ile sürekli küreselleşmenin gereklerini bağdaştırmaya kafa yoran insanlarımız da oldu.
Hálá da var.
Ama, siyasal iktidarlar onları dinlemedi.
Başkalarını dinleye dinleye de bu noktaya gelindi.
Şimdi aynı siyasal kadrolar kendi yarattıkları çelişki mengenelerinde kıvranmaktalar: Gümrük Birliği'nin ters sonuçları ve IMF'nin reçeteleri ile İstanbul'un istekleri arasında sıkışan hükümet, kendisine dıştan zorlanmış politikaların çıkmazında, bilinçsiz, plansız, debeleniyor.
Yalnızca bir kesimin kendi içinde çelişkili isteklerine kulak verip emeğiyle geçinenlerin feryatlarına kulak tıkayarak.
Sıkıştıkça hukuku zorlayıp gelir getirici kamu varlıklarını satarak.
Bütün bunlara ‘‘yeniden yapılanma’’ dendiğine göre, ortada hiç olmazsa ‘‘yapı’’ kavramının akla getirdiği plan, düzen, oran, perspektif gibi kavramların olması gerekmez miydi?
Paylaş