Paylaş
İstanbul'daki AGİT ve Helsinki'deki AB zirveleri yaklaşırken, medyadaki ve hatta hükümetteki onulmaz iyimserlerle sabırsız taktisyenlerin yaygın görüşü şudur: ‘‘Yunanistan doğruyu görmüş ve Avrupa ile Asya arasındaki çizgiyi Ege'de çizmenin yanlışlığını anlamıştır. Bunu Türkiye'nin adaylığına karşı çıkmamakla göstermektedir. Karşılığında, Güney Kıbrıs'ın bütün ada adına tam üyeliğini hızlandırmayı AB kabul etmelidir. Ankara ise, sesini çıkartmamakla kalmamalı, Kıbrıs'ta önkoşulsuz çözüm görüşmelerini başlatmalıdır.’’
Bu gidişin, çok uzun vadede değil, hayli kısa zamanda bile hangi anlama geleceğini akıllı Simitis görüyor da, Türkiye'de kimse görmek istemiyor.
Örneğin, Türkiye'nin adaylığı ilan edilince, Batı uygarlığı ile Doğu yabanlığı arasındaki sınırın Ege'den geçmediği tescil edilecek ama, bu haliyle adanın tek devleti olduğu söylenen Rum Yönetimi'nin üyeliği kesinleşince aynı sınır bu kez oraya, ‘‘işgalci’’ Türkler ile ‘‘Avrupalı’’ Elenler arasına kaymış olmayacak mı?
Örneğin, şimdiye kadar Ankara'ca savunulanın aksine, Türkiye'nin tam üyeliği kesinleşmeden Rumlar tam üye olunca, sıra Kuzey'le Güney'in birleştirilmesine gelmeyecek mi? ‘‘Fena mı? Kıbrıslı Türklerin üyeliği sayesinde yine de bir adımını Avrupa'ya atmak’’ yerine, o ayağın Türkiye'yle bağlantısının zayıflamasına göz yummak gerekmeyecek mi? Türkiye'nin adaylığına karşı çıkmış olan Atina, on beş yıl süreyle bu sebatın rantını aldıktan sonra, şimdi de on beş yıl sürdürülmesi hesaplanan bir adaylık döneminde başkalarıyla bir olup bu yeni dönemi Türkiye'nin burnundan getirmeyecek mi?
Elbette, adaylık söz konusu olsa da olmasa da, Türkiye'nin, insan hakları, Güneydoğu ve ekonomi alanlarında çözmesi gereken sorunlar var. Ama, onları bu 76 yıllık cumhuriyetin ilkelerine göre çözmek başka, dıştan istenenleri istendiği biçimde yapma zorunda kalmak başka.
Sürekli iyimser senaryolar üretmek yerine, kızıp köpürmeden olumsuz olasılıklara karşı gerekli önlemleri almak çok mu yanlıştır?
Bunun için de, nereye çıkacağı belli olmayan tünellere girmektense bazı soruları ısrarla sormak daha iyi olmaz mı?
Örneğin, Kıbrıs'ta şimdi iki devlet var mı, yok mu?
Türkiye üye olmadan bütün ada adına konuşan bir Rum devletini tam üye yapmak, Lozan'ın Doğu Akdeniz dengelerini altüst eder mi, etmez mi?
Bir yandan Ege'de barış sözleri ederken adaları silahlandırmaya devam etmek, Kıbrıs'ta toplumların birleştirilmesinden söz edip ambargoyu sürdürmek dürüstlüğe ve açıksözlülüğe sığar mı, sığmaz mı?
Bunları düşünmeden, Atina'da kazara edilip sonradan yalanlanan sözler üzerine bile medyada ve hükümet içinde hemen iyimserliğe kapılanların çok olması, Türkiye'deki zihin karışıklığının belirtisi değil midir?
Dış politikada düşünce kargaşasıyla bir yere varılamayacağını öğrenmek için, yakın geçmişte hep olduğu gibi, ille de acı dersler mi gereklidir?
Paylaş