Paylaş
Hafta sonunun İtalyan gazeteleri, alışılmışın aksine, ayrılıkçılık, mafya ya da yolsuzluk haberlerini değil, ekonomiye ilişkin teknik bir haberi manşet yapmışlardı. İtalya, ortak Avrupa parası ‘‘Euro’’yu ilk uygulayacak ülkeler arasında sayılmayı başarmıştı.
Müjdeyi, Avrupa Birliği'nin dönem başkanlığını yapan Lüksemburg'da, Mondorf-les-Bains'teki toplantı vesilesiyle, Alman Maliye Bakanı Theo Waigel vermişti. O Waigel ki, ödünsüz yaklaşımlarıyla Avrupa maliyecilerini tir tir titretmektedir, onun ‘‘İtalyan ekonomisi tek paranın gerektirdiği koşulları yerine getirmiş sayılacak kadar düzelmiştir’’ demesi İtalyanlar'ı sevindirdi.
Müjdenin bir Alman bakandan gelmesi şu bakımdan önemli: Tek paraya geçişte lokomotifliği Almanya yapıyor. Daha doğrusu, Almanya, özde marka dayandırılan ‘‘Euro’’ yoluyla Avrupa'daki ekonomik üstünlüğünü perçinleyip iki dünya savaşıyla erişemediği amaçlara bu yoldan erişmeyi planlamakta.
Onu frenlemenin çaresi, tek parayı uygulayacak ülkeler için ‘‘İstikrar Misakı’’ denen anlaşmayla saptanmış koşullara uyarak sağlam bir ekonomi yaratmak ve böylece o ‘‘kulüb’’e girip Almanya'yı kontrol altında tutmak.
İtalya bunu başarmışa benziyor.
Aslında kolay bir başarı değil bu. Çünkü, ‘‘İstikrar Misakı’’yla saptanan koşullar çok ağır. En basiti, enflasyonu Avrupa'daki en düşük üç enflasyon oranı ortalamasını en fazla yüzde 1.5 aşan bir limit içinde tutmak. Ayrıca, ulusal borçlanma ve bütçe açıkları konularında da sıkı koşullar var.
Bir-iki yıl öncesine kadar ekonomisi çöküntü sınırlarında dolaşan bir İtalya'nın bunu başarmış olması küçümsenecek bir olay değil.
Nasıl oldu?
Başbakan Romano Prodi ekibinin akıllıca önlemleriyle.
Örneğin, ekonomi yoluna girinceye kadar istikrar önlemlerini sürdüreceklerini ve vergilerde genel bir indirime gitmeyeceklerini ilan ettiler; ama, bir yandan da, ‘‘çifte gelir vergisi’’ denen sistemi getirip kârlarını yatırıma aktaran şirketleri kurumlar vergisinde ferahlatıyorlar.
Özelleştirmede ise, blok satışlar yerine, kamu hisselerinin borsa yoluyla halka satılmasına ağırlık verdiler. Bu sayede, İtalyan Telekom'u yüzde 23 artırdığı kârını halka dağıtan bir şirket durumuna geldi.
Ciddi devlet yönetiminin orada neler başardığını öğrendikten sonra, Türkiye'deki Sanayi ve Ticaret Bakanı'nın kendisine bağlı kuruluş yöneticilerine seslenerek gayrıciddi bir edayla ‘‘Özelleştirmeyeni pencereden atarım!’’ dediğini duymak gerçekten hüzün vericidir.
Hele, ‘‘Anayasa Mahkemesi, Danıştay falan dinlemem; hemen özelleştiririm’’ dediğini ve ‘‘özelleştirme’’ dediğinin de ‘‘uzun vadeli kiralama’’ olduğunu okuyunca.
Bir bakanın birinci sorumluluğu, hukuka meydan okumak ve emrindekilere cart curt etmek midir? Yoksa sorunları anlayıp çözmek mi?
Türkiye'de, iyi yönetilen ve kâr eden kuruluşların yanında, kötü yönetilen ve zarar eden kamu işletmelerinin bulunduğu doğrudur. Bunun çeşitli nedenleri var: Yönetimin özerk olmayışı, siyasal kayırma ve ‘‘kapsama alınmış’’ kuruluşların Özelleştirme İdaresi cenderesine sıkışıp kalması.
Bir bakan, bu sorunlar üzerinde durmadan ve kuruluşları neyi nasıl özelleştireceklerine özerkçe karar verebilecek duruma getirmeden, ‘‘Ne yapıp yapıp elinizdekini kiralayacaksınız; yoksa hepinizi pencereden atarım!’’ derse, asıl pencereden atması gerekenin kendisi olduğunu düşünmez misiniz?
Paylaş