Paylaş
Ekonomik ve Sosyal Konsey bildirgesinde de vurgulandı: Herkes, ‘‘Bankalar Yasası bir an önce çıkmalı'' diyor. Öyle bir hava yaratıldı ki, çıkmazsa ekonomi ve siyaset batacak, çıkarsa kurtulacak.
Mı acaba?
Meclis'teki tasarının önemli özelliği, ‘‘Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu'' adıyla bir kuruluş öngörmesidir. Daha doğrusu, bu Kurum'un karar organı olarak aynı adla bir ‘‘Kurul'' meydana getirmesi. Uygulamayı yürütecek, gözetip denetleyecek, gerektiğinde yeni düzenlemeler yapacak olan hep bu kurul.
Kurum, ‘‘idari ve mali özerkliğe sahip'' bir kamu tüzel kişisi.
Normal olarak, özerk bir kurumun karar organı da özerk olmalı.
Görünüşte, öyle.
Yedi kişilik bir kurul bu. Üyeler, bellibaşlı iki gruptan geliyor. Birinci grup, bakanlıklar: Adalet ve Maliye Bakanlıkları ile bir ‘‘ilgili bakanlık''. İlgili, herhalde, ekonomiden sorumlu bir devlet bakanı olacak. İkinci grupta ise kurumlar var: Devlet Planlama Teşkilatı, Merkez Bankası, Türkiye Bankalar Birliği ve Sermaye Piyasası Kurulu.
Üyeler, hukuk, iktisat, maliye, bankacılık, işletmecilik ve kamu yönetimi alanlarında uzman olacaklar; atanma tarihinden başlayarak altı yıl süreyle görev yapacaklar, görevleriyle ilgili suçlardan kesin hükümle mahkûm olmadıkça görevden uzaklaştırılamayacaklar. Üstelik, işe başlarken, ‘‘görevlerini tam bir dikkat ve dürüstlükle yürüteceklerine'' yemin edecekler.
‘‘Daha ne olsun?'' diyebilirsiniz.
Gelgelelim, sakatlık atanma aşamasından başlıyor. Bir kere, üyelerin bakanlıklar ve kurumlar tarafından gösterilecek iki misli aday arasından Bakanlar Kurulu'nca atanıyor olması büyük sakınca. Üstelik, üyeler altı yıllık görev süreleri bitince yeniden atanabilecekler. Ayrıca, kurul başkanı ile yardımcısı, kurul üyelerince değil, hükümet tarafından belirleniyor.
Banka açılmasına izin verme ve banka kapatma kararlarının Bakanlar Kurulu'nca onaylanmak zorunda olması da bir başka sakınca.
Bütün bunlar, böyle bir organı siyasal nüfuz altına sokma tehlikesi taşımıyor mu? Bankacılık gibi çok kritik bir sektörde, düzenleme ve denetleme yetkisine sahip insanların özerk davranmalarını kolaylaştıracak daha sağlam ve güvenceli önlemler düşünülemez miydi?
Gerçi, yasal önlemler özerkliği sağlamaya yetmez. Kurumların özerk olması, her şeyden önce, onları oluşturan insanların özerk olmasına bağlıdır.
Yani, ‘‘erk''lerini, başka bir deyimle güçlerini kendi ‘‘öz''lerinden almaları. Yetişmişlikleri, bilgileri, deneyimleri, en çok da karakterleriyle. Bunlar yoksa, insanlar kuvvetlerini, kendilerinden değil de arkalarındaki birilerinden alıyorlarsa ya da yalnızca yasa maddelerine güveniyorlarsa, beyhude. En özerk statüyü getirseniz, o insanlar yine kul köle olurlar.
Tabii, özerk statü yoksa, sonuç daha kötüye gider.
Zaten, Türkiye'nin büyük sorunu da budur. Fazla değil, yaklaşık yüz kadar özerk insanımız olsa ve onları kritik kurumların, kuruluşların, kurulların başına geçirebilsek, o kadar çok şey değişebilir ki.
Paylaş