Paylaş
Bazan ‘‘özel statü’’ de diyorlar.
Söylentiye göre Türkiye, tam üye olmak isteyen ülkelerin katılacağı Avrupa Konferansı'na ‘‘özel statü’’yle çağrılacakmış ve orada ‘‘özel muamele’’ görecekmiş. Uzun çabalar sonucunda elde edilen ‘‘başarı’’ buymuş.
Özel muamele ne demek?
Baş köşeye mi oturtulacak? Baş üstünde mi tutulacak? Baştacı mı edilecek?
Belki, bunlar da olacak; ama Türkiye listedeki öbür ülkeler gibi ‘‘aday’’ sayılmayacak.
Özel statü, herhalde şu olsa gerek: Önemli, değerli, ağırlıklı ve büyük ülke; ama aday değil, sadece ‘‘başvurmuş’’ durumda.
Baş köşeye oturtulup, baş üstünde tutularak baştacı edilmesi de, belki bütün öbür ülkelerden daha önce başvurmuş olmasındandır.
Herkesten önce başvurup da hâlâ bekletilen ve hâlâ isyan etmeyen.
Böyle enayi bulunur da baştacı edilmez mi?
Artık görmek gerekir ki, Avrupa Türkiye'yi tam üyeliğe istemiyor.
Bazen şu, bazen bu bahaneyle.
Bazen şu ülke, bazen bu ülke karşı çıktığı için.
‘‘Tam üyelik olmuyor; size Gümrük Birliği ile tam üyelik arası iyi bir yer verelim’’ diyorlar. Gerçek nedeni ise, kimse açıkça söylemiyor.
Önemli mi?
Önemli olan, Türkiye'nin bunu ilk önce görüp çıkarlarına daha uygun bir ‘‘özel ilişki’’yi kendi iradesiyle istememiş olmasıdır.
Vaktiyle EFTA ülkelerinin yaptığı gibi, Avrupa Birliği ile ‘‘serbest ticaret’’ ilişkisi içinde olmak gibi.
Şimdi sunulan statü, olabileceklerin en kötüsü: Hem Gümrük Birliği gereği Avrupa'nın dış ticaret kurallarıyla bağlı olacaksınız, hem de Avrupa'nın ekonomiyle dış ticaretine hükmeden organların dışında kalacaksınız.
Elinizin tersiyle itmekten ve tam üyelik uğruna katlandığınız Gümrük Birliği'ni tekrar düşünmekten başka yapabileceğiniz şey var mı?
Çiller gibi ‘‘Yoksa köktendincilik gelir’’ kartını oynamak ya da Amerika'dan medet ummak pek onur verici olmasa gerek.
Elbette yüze çarpılan kapıların ardında tarih, din, kültür gibi nedenler var. Ama asıl neden, Türkiye'nin ve Türk nüfusun ürkütücülüğüdür.
Yalnız Şırnak'ıyla, Bitlis'iyle, Orta Anadolu'nun bozkır köyleriyle değil, perişan varoşlarında işsiz insanların kaynaştığı ve ‘‘Cadde-i Kebir’’ denen yerlerinde bile avare kalabalıklarının aktığı İstanbul'uyla da.
Yahut, ekonomiyi düzeltemedikçe ‘‘Özelleştirme engellendi de böyle oldu’’dan başka bir şey bilmeyen zavallı ‘‘düşünen’’leri ve ‘‘devlet adamları’’yla.
Belli ki, asıl sorun, Avrupa başkentlerinde değil, Türkiye'nin içindedir.
Türkiye'nin içindeki sorun radikal, yani kökten ve devrimci atılımlarla çözülmediği sürece, Avrupa'nın, hatta bütün Batı'nın Türkiye'ye layık görebileceği ‘‘özel muamele’’, her sabahın köründe konsolosluk önlerinde oluşan manzaradan başka bir şey olamaz. Vize için çırpınan ezik insanlar, onları bezdirip, caydırmak için istenen belgeler, mektuplar, paralar, banka hesap numaraları, sigorta poliçeleri...
‘‘Özel muamele’’ bu kadar aşikâr, bu kadar incitici ve onur kırıcıyken, hâlâ uzaklarda dolaşmanın ve hayallere kapılmanın anlamı var mıdır?
Paylaş