Paylaş
Capri'deyken yazmış; hani Philippe Noiret'nin oynadığı ‘‘Postacı’’ filmindeki yerde:‘‘Geceyle deniz gözlerin senin’’
‘‘Çıkıp gitsem de içindeyim.’’
Bu sözlerin bulunduğu şiir kitabını ‘‘Kaptanın Mısraları’’ adıyla Napoli'de bastırıp yayınlamış. Sadece 50 nüsha olarak ve imzasız.
Sonradan 1963'te kendi adıyla yayınlanan baskıda, ‘‘Sabah yazdıklarımı öğleden sonra Mathilde daktilo ediyordu. Aynı evde ilk kez birlikte yaşıyorduk’’ diyor.
Mathilde Urrutia, Nazım Hikmet'in pek sevdiği kaba deyimle, Pablo Neruda'nın son ‘‘kadını’’.
Niçin ilk önce imzasız yayınlamış o kitabı? ‘‘Yaşadıklarımın İtirafı’’ adlı anılarındaki açıklaması şöyle: ‘‘Uzun süre, babasının kim olduğu bilinmesin istedim; yasadışı, ama doğal bir ilişkiden doğan çocuk gibi. Doğal bir aşkın ürünü, doğal bir kitaptı.’’ Gerçek şu ki, kitaptaki şiirler, yine onun sözleriyle, ‘‘derin, kişisel ve saygıdeğer bir tutkunun sert ve ateşli bir patlaması’’ydı. Daha önce, ‘‘onsekiz yıl boyunca elele tutuşup yaşam yoldaşlığı yaptığı’’ Delia'dan büsbütün kopabilmek için, onunla arasındaki ‘‘içtenlikli anılar anıtını taşa tutmak’’ zorundaydı.
Delia del Carril, yaşamını arka arkaya dört eşle paylaşan Neruda'nın Hollandalı bir hanımla Albertina Azocar adlı genç kızdan sonra ve Mathlide'den önceki dördüncü ‘‘kadını’’.
Şilili şair, son yıllarını ülkesinde, İsla Negra'da geçirmiş. Valparaiso Limanı'nın güneyinde, Şile kayalıklarını andıran dantelli kıyıda küçük bir köy.
Şimdi, yanına yapılmış ahşap eklentilerle müzeye dönüştürülen evde ‘‘Neruda'nın koleksiyonları’’ sergileniyor: Diplomatlığı sırasında Uzakdoğu'dan topladığı antikalar, çeşitli boylarda cam eşya, bardaklar, kavanozlar, damacanalar...
Ama, asıl ilgi çeken ve belki kadın ‘‘koleksiyonu’’ndan da ilginç olan, denize ve denizciliğe ilişkin koleksiyon: çapalar, gemibaşı heykelleri, pusulalar, sekstantlar, şu bu ve yüzlerce ‘‘şişe içi’’ gemi maketi...
Bir de, bahçenin yüksek yerine yerleştirilmiş, ‘‘Tiburon’’ adlı küçük ve çok eski bir balıkçı motoru. Dostlarıyla onun içine oturup konuşurmuş. Karada.
Gülünç olan, denize ve teknelere bunca düşkün birinin denize hemen hemen hiç çıkmamış, gemiye binmemiş olması.
Kaktüsler gerisinden seyredilen bir deniz ve şişelere hapsedilmiş gemiler!
Acaba kadınları da mı böyle sevmişti?
Duyguları, tutkuları gerçekten yaşamaksızın, kadın tenlerine dokunurken bile cam gerisinden severcesine, koleksiyoncuların inatçı, ama yapay sevgisiyle.
Denizin bunca lafını edip denizden bu kadar kopabilmek, denize böylesine yaklaşıp bu kadar uzak yaşamak, hatta denizi hiç yaşamamak.
Birden içinize bir soğukluk çöküyor, Neruda sevgisi yerine neredeyse bir ruh hastasını seyretmenin hüznünü duyuyorsunuz.
Ama, belki de iyi şairlerin hepsi böyle: Aşırı duyarlılıklarıyla ne yapacaklarını pek bilemeyen, biraz deli, biraz insan-ötesi.
Paylaş