Paylaş
Eski dilin bazı sözcükleri arasındaki akrabalıklar kavramlar arasında da ilginç bağlantılar kurmaya yarar. Örneğin, ‘‘müstağni’’ sıfatının ‘‘gani’’ kökünden geldiğini bilirseniz, müstağni kalan, yani nimet bilinmiş bazı şeylere sırt çevirip dudak büken ve teşne gözükmeyen kişinin nasıl olup da böyle davranabildiğini daha kolay anlarsınız.
Çünkü, sözcükler arasındaki akrabalık, o kişinin ‘‘gani’’, yani varlıklı, bol olanaklı olduğunu gösterir. Ganinin gözü toktur, nimetlere müstağni kalabilir.
Artık, Türkiye için Avrupa Birliği'ne tam üyelik konusunda müstağni davranma zamanı gelmemiş midir?
Hem de, ‘‘uzanamadığı ciğere pis diyen kedi’’ tutumuyla değil, ta başından beri takınması gereken tavrı takınarak.
Çünkü, Türkiye Avrupa Birliği'ne tam üye olmadan kullanabileceği kartların, yararlanabileceği olanakların ve Avrupa'yla ilişkilerinde uygulayabileceği çeşitli politikaların bolluğunu düşünmek zorundadır.
Daha doğrusu, şimdiye kadarki tek boyutta ısrarlı tutumla neler kaybetmiş olduğunu.
Gerçekten de, aile fotoğrafına girip aday listesine konabilmek için gösterilen çırpınışlar hep ters sonuç verdi. Türkiye yalvardıkça karşı taraf nazlandı, koşul üstüne koşul koyup ödün üstüne ödün istedi. Hem de, yalnız demokrasi ve insan hakları gibi genel konularda değil, Türkiye için yaşamsal önem taşıyan Kıbrıs konusunda da, ‘‘Asker çekin, toprak verin, Rumlar'ın çoğunluk yönetimine razı olun!’’ diyerek.
Çırpınışların sonuç verebilmesi için araya Amerika'yı koymak da işe yaramadı. Çünkü, o zaman Washington'un Türk-Yunan sorunlarına ilişkin istekleri gündeme geliyor: ‘‘Kardak konusunda Adalet Divanı'na gidin, Heybeliada'daki ruhban okulunu açın!’’ gibilerden.
Müstağnilik, uzun süre tam üyelik girişimlerinden uzak kalmayı ve Avrupa Birliği'yle ilişkilerin Gümrük Birliği'ne indirgenmesini göze almak demektir.
Evet, uzun bir süre, hatta demokrasi, insan hakları gibi eksiklikler bütünüyle giderilinceye, Birlik üyelerinin tek para konusunda kendileri için saptadıkları ekonomik koşullar bile aşılıncaya kadar.
Öyle bir müstağnilik ki, ‘‘Arkasından ne çıkacak, güçlenmiş ve sorunlarını çözmüş bir Türkiye nereye gidecek?’’ diye endişe edip pirelenen ve sonuçta ‘‘Buyurmaz mısınız?’’ diyen taraf Avrupa olsun.
Arada, elbette, Gümrük Birliği'nin Ankara aleyhindeki yönlerini düzeltmek, örneğin uzlaşmazlık konularında, Ortaklık Konseyi'nin ortaklaşa kararı olmadan, tek başına Lüksemburg Mahkemesi'ne gidebilmeyi sağlamak gerekecektir.
Ada'daki Rum Yönetimi'nin Kıbrıs Cumhuriyeti olarak tam üyeliğe alınması ve Avrupa Birliği'ndeki Elen devlet sayısının ikiye çıkması tabii Türkiye'nin işine gelmez.
Ama, bölünmüş ve kuzeyi Türkiye'ye daha çok yakınlaşmış bir Kıbrıs'ı üyeliğe almak da Avrupa'nın işine gelmeyecektir.
Dolayısıyla, Türkiye'nin tam üyelik için müstağni kaldığı bir durumda, adada ‘‘çözüm’’ konusu sanıldığından daha da fazla önem kazanmış olacaktır.
Kuzey Kıbrıs'taki devletin resmen tanınması koşuluyla mutlak eşitliğe ve iki kesimliliğe dayalı ‘‘konfederatif’’ bir çözüme ‘‘evet’’ diyerek ‘‘iki Elen üye’’ oyununu ‘‘bir buçuk’’la sınırlamak ve Avrupa Birliği'ne, ‘‘yarım’’ da olsa, gereken durumlarda gereken blokajları yapabilecek bir Türk unsuru sokmak müstağni Türkiye için hiç de yabana atılmayacak bir strateji olabilir.
Paylaş