Paylaş
Türkiye'nin önümüzdeki ikinci hafta sonunda bir düşünceyi, bir sistemi, yolu, yönü veya doğrultuyu seçeceğini sanıyorsanız yanılıyorsunuz.
Her şey ve herkes birbirine karışmıştır. Sağ sol, ön arka gözetilmeden her şey herkesçe söylenmekte, görünürde herkes her mevkide oynamaktadır.
Futbol takımlarının liberoları gibi. Sağ kanatta, sol kanatta, orta sahada, savunmada, hücumda. Bir gün öyle, bir gün böyle. Yerine ve havaya göre. İki hafta sonrasını doğrudürüst görmeden.
Kampanyadaki tablo bu.
İşin özü ise, bambaşka: Aslında, herkes her yerde, üç aşağı beş yukarı aynı şeyi söyleyip aynı düzeni veya düzensizliği savunmakta. Özellikle ‘‘büyük’’ denen partiler yahut, en azından, yüzde onluk baraj civarında dolaşanlar.
Farklı ses çıkaranlar elbet var; ama sinsi medya sansürü o sesleri değil, birbirinden farklı ses çıkarmayanların ortak sesini duyurmakta.
Örneğin herkes yolsuzluktan söz ediyor. Başkalarını suçlarken, kendi yolsuzluğunu, ortaklık veya aklama yoluyla yolsuzluğa bulaşmışlığını unutarak.
Herkes, Apo'nun yakalanmasına varan süreci kendisinin başlattığını, sürdürdüğünü veya noktaladığını söylüyor. Hatta, Bekir Coşkun'nun geçen gün dediği gibi, ‘‘bilseler’’ nasıl yakalandığını bile anlatacaklar. Paketlenip verilen adam karşılığında verenlere ne verildiği sorulunca hepsi suskun. Herkes, seçimlerden sonra özelleştirmenin, yani kamu malını peşkeş çekme işleminin hızlandırılacağını söylüyor. Geçmişte bu işte kendisinin de suç payı olduğunu, satışları yüze göze bulaştırmada sorumluluk taşıdığını unutarak.
Türkiye, belki demokrasi tarihinin en anlamsız, en sonuçsuz seçim dönemini yaşıyor.
Hem de, böyle olacağını bile bile. Bir dönem önce, yani ta 1995'te yapılan basit Anayasa değişikliğinin gereklerini yerine getirmeden, dıştaki Türklere oy hakkı vermeden, aynı Siyasal Partiler Yasası'yla, aynı seçim sistemiyle.
Üstelik, birbiri üstüne binen beş-altı seçimi birden tek güne sığdırmanın olanaksızlığı da bilerek. Genelle yerelin birbirine karıştığı bir oylamada seçmen başına hesaplanan vaktin, yerine ve kişisine göre, 3 ila 7 dakika olarak hesaplandığını, 200'er kişilik sandıklarda bile bunun ortalama 16 saat gerektireceğini göz önüne alırsanız, 18 Nisan günü yaşanacak olayların haddi hesabı yoktur. Pratik düşünenler, bunun en çok ‘‘mümin’’ ve ‘‘mütedeyyin’’ vatandaşlara yarayacağını, sabah namazından dönenlerin sandık önüne sıralanıp oy kullanacaklarını, öbürlerinin, yani keyifle pazar kahvaltısı ettikten sonra süslenip püslenip sandığa gitmeyi düşünenlerin hava alacağını söylüyorlar. Oy verme saatinden sonra kuyruk uzunluğunu görenlerin gece yarısına kadar bekleme sabrını gösterip göstermeyecekleri de şüpheli.
Türk siyaset sahnesinin belli başlı aktörleri, Cindoruk dışında, hazırlanış, yapılış ve sonuçları bakımından bunca soru işareti taşıyan bir seçime, bütün eleştirileri ve itirazları hiçe sayarak göz göre göre gitmenin ortak sorumluluğunu yüklenmiş durumdadırlar.
Bu saçmalığın kendi miyopça hesaplarına bile yarayıp yaramamış olacağını zaman gösterecek.
Paylaş