Paylaş
Tuhaf şeyler oluyor Türkiye'de.
Örneğin Sevr'den söz etmek ve bu ülkenin içten dıştan yeni bir Sevr'e sürüklenmek istendiğini söylemek geri kafalılık, bir çeşit ayıp, neredeyse bir saplantı, bir ruh hastalığı sayılmakta. Kimileri açıkça böyle yazıyor; kimileri bilimsel toplantılarda, tartışmalarda böyle söylüyor.
Özellikle de İngilizce eğitim yapan üniversitelerin bazı öğretim üyeleri, bilgi adı altında Atlantik ötelerinden devşirilmiş düşünceleri genç zihinlere sokuşturmaya çalışıyorlar.
Balıkesir'de ‘‘Yeni Sevr'i kabul etmeyeceğiz!’’ diye gösteri yapan gençlerin izinsizlik gerekçesiyle gözaltına alındığını okuyunca bunları düşünmeden edemiyor insan. Yoksa, Sevr'den söz etmek, bir ayıp olmaktan da öteye, yavaş yavaş bir suça mı dönüşmektedir? Hani, gazete sütunlarında günlerdir ‘‘Doğu Perinçek durup dururken niçin tutuklandı?’’ diye soruluyor ya, birileri çıkıp ‘‘Kesinleşmiş bir hapis cezası için değil, Sevr'den fazla söz edip halkı kışkırttığı için!’’ dese galiba şaşırmayacağız.
Ne demektir ‘‘Sevr'den söz etmek?’’
Herhalde ‘‘İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar ve Yunanlılar bir araya gelip Anadolu'yu aralarında paylaşacak ve iki parçasını da Ermeniler'le Kürtler'e verecekler’’ demek değil. Tarih aynen tekerrür etmez.
Ama, tekrarlanan, yani zaman zaman yeniden su yüzüne çıkan temalar vardır.
Bunlardan biri de, Türkler'in özde Asya ortalarından gelmiş bir kavim olduğu ve ne yaparlarsa yapsınlar Batı uygarlığı içinde yerlerinin bulunmadığı temasıdır. ‘‘Üst üste binmiş uygarlıklar beşiğidir; mirasçısı ve son bekçisi biziz!’’ diye sevdiğimiz Anadolu, onlara göre, değerini bilmeyen işgalciler elindedir. Sökülüp atılamayacağımızı, gidecek başka yerimizin olmadığını ve artık aldatılacak bir ‘‘halife-sultan’’ın bulunmadığını bilirler; ama, haddimizi aşmadan, bu toprak üzerinde bir büyük ulus yaratma gibi iddialar taşımaksızın, ‘‘ılımlı İslam’’ın gölgesinde uslu oturmamızı isterler.
Ne var ki, ‘‘Haddinizi aşmayın!’’ demek yetmez; zaman haddimizi bildirmek için Kürt ve Ermeni sorunlarıyla Konstantinopolis ve Pontus gibi anıların kurcalanması, yahut konsoloslar aracılığıyla ‘‘Biz, Müslümanları severiz!’’ mesajlarının verilmesi de gerekir.
İşte, Sevr'den söz etmek, bu düşünce tarzının hâlâ çok yaygın olduğunu söyleyip tek çarenin hastalıksız, sağlam ve güçlü bir Türkiye yaratmak olduğunu vurgulamak demektir.
Bunu ‘‘geçmişe takılıp kalmış bir geri kafalılık’’ diye nitelendiren salaklığın gerisinde tek yönlü bir kültürel koşullandırılma yatar: İngilizce öğretim yaptıkları için akşam Huntington okuyarak yatıp sabah Fuller okuyarak kalkan birtakım yanılgılardan kendilerini kurtaramazlar. Onlara göre, Ermeni soykırımını tanıma, tarihle hesaplaşmak; Kürtler'le federasyon kurma, insan haklarına saygılı olmak; Kıbrıs'ta ödün verme, barışçı davranmak ve Kemalist laiklikten uzaklaşma da, kendi halkıyla barışmak demektir.
‘‘Salaklık parayla değil’’ derler ama, öğrencilerden alınan ücrete ve öğreticilere verilen paralara bakarsanız, bu çeşit öğretim aslında çok pahalıdır.
Paylaş