Paylaş
Geçen haftanın basınında neredeyse bütün Türkiye'yi ve Kuzey Kıbrıs'ı üzen bir haber vardı. Daha doğrusu, basın o haberi sanki Türkiye'yle Kuzey Kıbrıs'ı yasa boğması gereken bir habermiş gibi verdi: Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Titina Loizidou adlı Rum hanıma ödenecek tazminat miktarını tam 300 bin Kıbrıs Lirası olarak saptamıştı. 300 Bin Kıbrıs Lirası demek, yaklaşık 575.500 Amerikan Doları, yani 155 milyar Türk Lirası demekti. Ayrıca, 20 bin Kıbrıs Lirası manevi tazminata ve 137 bin Kıbrıs Lirası da mahkeme masrafına hükmedilmişti. Üstelik, sırada buna benzer 700 dava daha vardı.
Gazeteler, bunun Türk hazinesi için bir yıkım olacağı havasını yaydıktan sonra, paranın ödenmeyecek olmasını da sanki bu yıkıma bağlar gibiydiler.
Oysa, Ankara'nın tavrında konunun mali yönünü aşan bir taraf vardı ki, işte o iyi izah edilmedi. Ne Türk kamuoyuna, ne de dünyaya.
Loizidou davası, Girne'deki arsasına ev yapmaya niyetlenirken 1974 harekâtı yüzünden göç eden ve emlakine dönemeyen bir kadının davasıydı.
Tek olmayan, her iki toplumda da onbinlerce örneği olan bir durum.
Böyle olduğu içindir ki, konu, başlangıçtan beri bireyler düzeyinde değil, toplumlar düzeyinde ele alınmış ve karşılıklı görüşmelerle toptan çözülmeye çalışılmıştır. Bu arada, her iki tarafın yönetimleri kendi vatandaşlarının mülk kaybı iddialarını mümkün olduğunca pratik çözümlerle karşılamaya çalışmışlardır. Türk tarafındaki ‘‘eşdeğer’’ uygulamaları ve Rum tarafının dış desteklerle yürüttüğü iskân politikaları bu çabaların sonucudur.
Kaldı ki, Türk tarafı, son aşamada, iki devlet temeline dayalı yeni bir çözüm girişiminde bulunurken, sınır ayarlamalarından ve karşılıklı güvenlik düzenlemelerinden önce, karşılıklı mülk tazminlerine ilişkin ortak bir mekanizmanın kurulmasını bile önermişti.
Durum böyleyken, Güney'deki Rum yönetiminin teşvikiyle Loizidou davası türünden davaların açılması, pratik sonuçtan çok propaganda etkisi elde etmeye yönelik bir kötü niyet belirtisinden başka bir şey değildi. Mahkeme'nin de, her şeyden önce bu kötü niyeti görmesi ve davayı ‘‘siyasi’’ bularak reddetmesi gerekirdi. Çünkü, hukuk, dünyanın hiçbir yerinde, kötü niyeti korumaz.
Bu bir.
İkinci nokta, KKTC'nin ‘‘devlet’’ niteliğine ilişkin.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nden önce dosyaya bakan ve artık lağvedilmiş bulunan Avrupa İnsan Hakları Komisyonu, ‘‘Emlakime dönemiyorum’’ diyen Rum hanımın yakınmasından, KKTC'nin değil de, ‘‘işgalci’’ durumdaki Türkiye Cumhuriyeti'nin sorumlu tutulmasına dayalı olan davayı reddetmişti.
Çünkü, Kuzey Kıbrıs'ta polisiyle, mahkemeleriyle ve işleyen yönetimiyle bir devlet vardı ve olanlardan yahut olamayanlardan onun sorumlu tutulması gerekirdi. Mahkeme ise, ‘‘Böyle bir devlet yoktur; çünkü Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi bütün ülkelere 'KKTC'yi tanımayın!’’' demiştir diyor.
Yani, bir yargı organı olarak, devletin var olup olmadığını hukuk açısından tartışacak yerde, bir siyasal organ olan Güvenlik Konseyi'nin kararını tek başına geçerli sayarak hüküm veriyor. Bu da, Mahkeme'nin kötü niyeti.
Türkiye, çifte kötü niyetle katmerlenmiş bir karar yüzünden milyonlarca dolar ödeyecek kadar safdil olamaz.
Kim nerede ne derse desin.
Paylaş