Kıt not

Mümtaz SOYSAL
Haberin Devamı

Profesör Ernst Hirsch, Nazi ırkçılığına katlanamayıp Türkiye'ye gelen Musevi Almanlar'dandı. 1933'ten 1952'ye kadar İstanbul ve Ankara üniversitelerinde ticaret hukuku, hukuk felsefesi ve toplumbilim dersleri vermiş, KİT sistemi konusunda ilginç tezler geliştirmiş, çeşitli yasaların hazırlanmasında rol oynamış, hatta 1943'te Bakanlar Kurulu kararıyla Türk vatandaşlığına layık görülmüştü.

Sonraları, Almanya'daki yaşamı boyunca da Türkler'le ilgilenmekten geri kalmamış Profesör Hirsch. Nitekim, 1970'lerde Almanya'da okuyan bir Türk öğrencinin, şimdi İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi'nde Hukuk Fakültesi Dekanı olan Zafer Gören'in eğitimiyle, hatta kişisel sorunlarıyla yakından ilgilenmiş. Hoca olarak, neredeyse bir baba gibi.

Uzun yıllar karşılıklı yazışmalarla süren bu yakınlığı şu günlerde yayınlanan bir kitaptan ayrıntılarıyla izleyebiliyorsunuz: Anayasa Hukuku Profesörü Zafer Gören'in ‘‘Hirsch'ten Gelen Mektuplar’’ adlı derlemesi.

Alman bilim adamının 29 Mayıs 1976 tarihli mektubunda şu sözler var: ‘‘Bol not veren hoca, kötü hocadır; zira öğrencilerde kendi yetenekleri konusunda yanlış zehap uyandırır.’’

Galatasaray'daki edebiyat öğretmenlerinden Esat Mahmut Karakurt'un, not konusunda, ‘‘Dokuz, hocanın; on, Allah'ın hakkıdır!’’ dediği rivayet olunurdu.

Rivayet. Çünkü dokuz da, on da verdiği olmuştur.

Ama, notunun kıt olduğu, hatta kürsü yanında okuttuğu ‘‘tahrir’’lerde 5'in altına doğru inilirken küfürümsü sözlerine enseye dokunan hafif bir şaplak da eklediği doğrudur. Bol not verseydi, Hirsch'in dediği gibi, her öğrencinin kendini ‘‘edip’’ sanmasına yol açmış olmaz mıydı? Oysa, o sıralar çok okunan romanlarının bile edebiliğine yüksek not vermekten yana değildi. Haklıydı da.

Not vermekte ölçülü davranmayışın ülkeyi nerelere getirdiğini, daha doğrusu nereye götüremediğini basınla politika arasındaki ilişkiyle her gün yaşamıyor muyuz? Otuz yıldır, siyaset sahnesindekilere layık olmadıkları sıfatları bol bol vermekle, yerinde sayan bir siyasal sistem yaratmadık mı?

Bir sürü başarısızlığın üst üste yığılmasını deneyimlilik sayarak.

Bilinçli olarak yaratılmış bunalımlardan kendi niyetine uygun sonuçlar çıkaran bencilliklere babalık adını vererek.

Her biri, değil sahneden çekilmeyi, yerin dibine geçmeyi gerektirecek fiyaskoların ardından hâlâ ortalıkta gözükme yüzsüzlüğüne azimlilik diyerek.

Kabul edelim ki, Türkiye'yi yöneten kadroların dış dünyadan hep kırık not alır duruma düşmeleri, yerli basın dünyasındaki not cömertliğindendir.

Sporda da öyle değil mi? ‘‘Harika, eşsiz’’ gibi sıfatları olur olmaz kullanınca, gerçekten harika ve eşsiz oyunlar ortaya koyma dürtüsünü körletmiş olmuyor muyuz? Her şey kolayca harika ve eşsiz olabiliyorsa, daha iyisine gerek kalıyor mu? Yahut, Galatasaray-Juventus maçında tekdüze borazan sesleriyle örtülen, zaman zaman sessizliğe dönüşen ve karşılaşmanın önemine göre sönük kalan seyirci tezahüratına ‘‘muhteşem’’ dersek, Beşiktaş seyircisinin en kötü oynanan maçta bile takımı coşturmak için hiç durmadan bağırıp çırpınmasına ne diyeceğiz?

Hirsch, o mektubunda, ‘‘Herkese aynını değil, hak ettiğini vermeli’’ diyor.



Yazarın Tüm Yazıları