Paylaş
Son kriz Türkiye'de uygulanan ekonomik politikaların çıkmazlarını bir kez daha ortaya koydu. Özal'cı yaklaşımla monetarist yöntemlere bağlanan modelin savunucuları, şimdi çelişkiler ve çaresizlikler içinde kıvranıp duruyorlar.
Temel gelişme sürecini tamamlamamış ve dünya piyasalarına egemen olabilecek güce erişmemiş bir ülkede, üretmek yerine parayla oynayarak para kazanmanın başka türlü bir sonuç vermesi beklenebilir miydi? Türkiye, kalkınma sürecinde kendisine hayli yol aldıran karma ekonomi sistemine inancını yitirmiş olmanın cezasını çekiyor. Kamu yatırımcılığıyla özel girişimciliği uyumlu biçimde kullanan bir üretim politikasından vazgeçmek ve stratejik nitelikte bir planlama kavramına bile sırt çevirmek bizim gibi ülkelere pahalıya mal olmakta.
KİT'leri seçim ekonomilerinin ve partizanlığın kurbanı durumuna getirmek, üretime katkılarını unutup siyasal arpalık olarak görmek akıl karı mıydı? Ekonominin temel yapısı için gerekli sayılan ve özel girişimciliğin de gelişmesine yardım edebilecek kamu kuruluşlarını özerkleştirmek, satılacak tesisleri satmakta onları serbest bırakmak, sermaye artırımlarına destek olup teknoloji yenilemelerini sağlayarak düzeltmek varken, hepsini öksüz bırakmak, kredi için uluslararası sermayenin insafsızlığına terk etmek olacak iş miydi?
Öte yandan, iç ve dış borçlanmanın kolaylığına kendinizi kaptırdınız ve vergi sistemini düzeltmeden elinizdekilerin satışına bel bağladınız mı, ister istemez ‘‘saadet zinciri’’ denen tuzağa düşüyorsunuz. Küçük bir azınlık için saadet, büyük halk yığınları için felaket: Döviz kurları ve faiz oranlarıyla oynayarak kurulan emme-basma tulumbanın ülkeye karapara akımını teşvikten başka bir sonuç vermesi beklenebilir miydi? Son kriz, yalnız Uzakdoğu'da değil, Türkiye'de de böyle paranın gelişinden daha büyük bir hızla kaçtığını göstermedi mi?
İç borçlanma politikalarının ekonomide yarattığı sonuç daha da ilginçtir: Tahvil alımı yoluyla devlete borç vermek kârlı olmaya başlayınca, borç almaya muhtaç hükümetler son günlerde görüldüğü gibi finans sektörüne esir düştüler. Sanayiciler de kârlarıyla yatırıma yönelmek yerine bu işten kazanç sağlamayı tercih ettiler. Öyle ki, büyük şirketlerin hemen hepsi gelirlerinin yarıdan fazlasını, üretimden değil, tahvil ve repo gibi işlerden elde eder oldular.
Başka bir deyişle, şirketlerin çalışanları ücretlerinden alınan kesintiyle vergi verirken, sermaye sahipleri devlete verdikleri borçla faiz aldılar.
Böyle ekonomik model olmaz.
Daha doğrusu, ekonomiler arasındaki bağlılıklardan söz ederek küreselleşme adına kabul ettirilen böyle bir modelden Türkiye gibi ülkelere hayır gelmez. Evrensel denen modelin, dünyada zenginlerle yoksullar, gelişmişlerle gelişmekte olanlar, sermayesi çok olanlarla emeği ucuz olanlar arasındaki eski mekanizmaların değişik biçimlerde sunulmasından ibaret olduğu anlaşılmıştır.
Başkalarının aklıyla yol almaya çalışmak yerine kendi aklını başına toplamak ve her ülkenin özelliklerine uygun ulusal modeller üzerinde tekrar derinliğine düşünmek gerekiyor. Yeni solun ödevi, genellikle söylenenin aksine, dünyaya egemen olmuş gözüken aldatmacanın uygulamalarına payanda olmak değil, bu derinliğine düşünüşte kendi halkına öncülük etmek ve bağımsızca bulunacak çözümleri uygulayabilir bir siyasal güce erişmektir.
Paylaş