Paylaş
Başında bulunduğu kuruluş tipik bir kamu kurumu, klasik bir devlet dairesi değildi. Tam tersine, kapitalist, hatta monetarist ekonominin, parayla, ‘‘menkul değer'' denen ve çantadan çantaya, kasadan kasaya taşınan değerli kâğıtlarla oynamaya dayalı bir modelin ana kurumlarından biriydi.
Türkiye'de çağdaş yaşamın vazgeçilmez kurumlarından biri olarak yaratılmış yeni bir kuruluş.
Derin güven ve büyük özen isteyen.
Onun, kişi olarak, ilk gençliğinden beri, böyle bir modele tam bir içtenlikle gönül verdiği de söylenemezdi.
Ama, Tuncay Artun başına getirildiği kurumda öylesine çalıştı ve o kurumu öyle bir duruma getirdi ki, belki de farkına varmadan, iyi yetişmiş bir bürokratın nasıl olması gerektiğini herkese göstermiş oldu.
İyi yetişmiş bürokrat, benimsediği değerlere bağlı kalarak da çağın gereklerine uyabilir; hatta, bu gereklerin o değerlere uygun kalmasını sağlar.
Yahut, şöyle de denebilir: İyi yetişmiş bürokrat, nerede bulunursa bulunsun, inandığı değerleri orada da ayakta tutmayı bilir. Mütevazı bir aileden gelen ve Mülkiye'ye girinceye kadar Anadolu'nun yoksul köşelerinde okuyan bir Tuncay, tuşlara basarak zenginlik yaratılan bir kurumun oluşturduğu 32 trilyonluk fon birikimini Doğu ve Güneydoğu gençliğine bağışlatabilmiştir...
Çünkü, iyi yetişen bürokrata en başta öğretilmesi ve onun da en başta öğrenmesi gereken ilke, halkını ve ülkesini sevmekten kaynaklanan bir ‘‘kamu yararı'' ilkesidir.
Falanca çıkar zümresinin, filanca çevrenin ya da şirketin değil, doğrudan doğruya ya da onlar aracılığıyla ‘‘kamu''nun yararı.
Kamu.
Yani, tanımlanması zor, ülkeyle ulusun, devletle toplumun, yüceyle genelin birbirine karıştığı bir kavram.
Bu kavramın bilincine varmak, insanına göre ancak derece derece olur.
Kimi bürokrat, kamu yararını korumayı kendini kollamakla, hatta yükseltmekle birlikte yürütmenin ustasıdır. Sonuçta kamu yararı bir ölçüde yine korunmuş olur; kişinin yararıyla birlikte ve ona emreden iktidarın anladığı kamu yararı kavramına uygun olarak. Kariyerizm, biraz budur.
Böylesi, elbette, daha kötüsüne, yani kamu yararını kollama görüntüsüyle çalıp çırpan, kendi cebini doldurana tercih edilir; ama, yetmez.
Yetmez de, ne istendiğini tam olarak tanımlamak güçtür.
Tuncay gibi kritik şeker kontrolünü unutacak ya da erteleyecek kadar kendinden geçmek, kendini kamuya adamak mı? Çok kişi, ‘‘Kamu çıkarını sonuna kadar savunmak istiyorsam, sağlıklı kalıp uzun yaşamalıyım'' diye düşünür.
Öyle bir etik tartışması ki, bir girerseniz çıkmanız zordur.
Politikacı, ‘‘Ülke yararına olduğuna inandıklarımı gerçekleştirmek için uzlaşmak zorundayım'' der. Asker, ‘‘Ölmemeliyim'' diyebilir.
Elbette, hesaplılıkla hesapsızlık arasındaki ince çizgi her bireyin kendi işidir. Okulların, dönemlerin etkisi hep sınırlı kalır. Örneğin, 68'lerde falanca fakültenin kapısından girip çıkmış olmak herkes müthiş bir kamusallık bilinci ve özveri alışkanlığı kazandırmaz.
Ama, bir de ‘‘karşılıksız eylem'' denen tutum var: Doğru davranış uğruna kendi hesabını unutmak.
Kendini unutan Tuncay Artun gibi.
Paylaş