Paylaş
Yetmiş beşinci yılı tam gününde kutlama tarihi yaklaşırken, af konusunun güncelliği de artıyor.
Şimdilik gündemde yalnız ‘‘kader kurbanları’’ var.
Deniyor ki, adi suçlardan hapse düşenler, ekonomik ve sosyal koşulların etkisiyle suç işlemişlerdir; asıl suçlu onlar değil, toplumdur; dolayısıyla, toplum vicdanı onların affına yahut cezalarının azaltılmasına katlanmalıdır.
Kamu vicdanı konusunda söylenenlere karşılık, kişisel vicdanlar isyanda: ‘‘Babamı, eşimi öldüreni nasıl affedersiniz?’’ diyenlerden, ‘‘Kızımı boğanı çıkarırsanız, ben vururum!’’ diyenlere kadar protesto eden edene.
Kısacası, kriminolojinin, yani suç biliminin ve ceza hukukunun neredeyse ezeli sorunlarından olan af konusu, lehte veya aleyhte, duygusal ve bilimsel çeşitli boyutlarıyla yeniden tartışılıyor.
Ne var ki, siyasal hükümlüler ve tutuklular dışta bırakılarak yapılan bu tartışmanın bir yanına dokunmadan durmak da zordur.
Sorulması gereken soru şu: Eğer ekonomik ve sosyal koşulların etkisiyle suç işleyenler aftan yararlanacaksa, ekonomik ve sosyal bozuklukları düzeltmek için mücadele ederken suç işlemiş olanları dışlamanın gerekçesi nedir?
Elbette, bu soruyu yanıtlamanın güçlüğü, ‘‘siyasal suç’’ kavramını tanımlamanın güçlüğünden kaynaklanıyor. Suç, yasak bir siyasal örgüt kurma suçu mu? Böyle bir örgüte üye olmak mı? Yasaklanmış düşünceyi açıklama suçu mu? Siyasal amaçla şiddet kullanmak mı? Bu amaçla şiddete başvurulmasını savunmak mı?
Uluslararası uygulamada bulunabilen tek kıstas, sınırsız düşünce ve örgütlenme özgürlüğü ile şiddet kullanma yahut şiddet kullanımını savunma arasındaki çizgiden geçiyor. Türkiye'nin hukuk kurallarında ve uygulamalarında ise, böylesine açık seçik bir çizgi söz konusu değil.
O zaman, ‘‘siyasal suçlu’’ dediğimiz insan, hem değiştirilmesini gerekli gördüğü siyasal, ekonomik ve sosyal koşulların, hem de bu alanda işlenecek suçları cezalandırmadaki kavram belirsizliğinin kurbanı olmuyor mu? Hatta, düşünce yasakları yüzünden şiddete başvurduğu durumda bile?
Öbürleri ‘‘kader kurbanı’’ysa, o da ‘‘katmerli kader kurbanı’’ değil mi? Üstelik, öbürlerinde toplumsal sorumluluk varsa, burada o sorumluluğa ek olarak, kavramlardaki çizgi belirsizliğini gidermemiş olan devletin de sorumluluğu yok mu?
Hele, gözaltı ve tutukluluk uygulamalarındaki insafsızlığın çoğu, bu kategorideki insanlar ve her direniş yahut açlık grevinde onlarla birlikte kahrolan yakınları tarafından çekilmekteyse?
Aftan yana olunur ya da olunmaz. Orası, nihayet, bir vicdan, inanç, suçlara ve hukuka bakış açısı yahut kanaat konusudur.
Ama, böyle bir konuda gerekçe sıralarken, ‘‘kader kurbanları’’ gibi ucuz deyimlerle basit hesaplar peşinde koşmak değil, toplumu ve sorunlarını bir bütün olarak görmek, kavramları derinliğine düşünmek, gerektiğinde siyasal zorlukları göze alıp doğruyu savunmak gerekir. Aftan yanaysanız, bütün suçları kapsamasını, karşıysanız bütün suçları dışlamasını savunmalısınız.
Aksi, bilgisizlikten kaynaklanan büyük bir yanlışın ve bitmez tükenmez bir tartışmanın içine düşmek demektir.
Paylaş