Paylaş
Üst katın ortasındaki yaklaşık yüzer kişilik iki büyük yatakhane denize ya da tramvay yoluna bakmazdı. O şans, eski sarayın harem selamlık odaları olan küçük yan yatakhanelerindi. Buna karşılık, büyük yatakhanede yatanların da bir avuntusu vardı: Tavana bakmak.
Belki de, avuntu değil, ayrıcalık demek daha doğru: Öyle bir tavan ki, rengârenk yağlıboya çiçek, meyve, kuş, kedi resimleriyle yüzlerce rüyayı süslemeye yeter de, artardı bile. Ama asıl eğlence, erken sönen elektriklerden sonra başlardı: Rokoko tavanın ortasındaki camlı aydınlanma kubbesinde Boğaz vapurlarının projektör oyunları. Tekdüze yatılılık gecelerine dışarının canlılığını ve denizin havasını getiren ışıklar. Vapurlar geçtikçe tepedeki camlar yanıp sönen kıyı fenerleri gibi aydınlanır, tavana dikilen çocuk gözlerinde uzak yolculukların hayalleri dolaşırdı.
Son üç Osmanlı padişahının hanedan mensupları için yapılan o üç saray kalıntısında, yani Deniz Ticaret Okulu, Galatasaray'ın ilk ve ‘‘yetiştirici’’ kısmı ile Kabataş Lisesi'nde okuyanların kimisi gerçeklerin uzun yolculuğunu çoktan tamamladı, kimisi de yolun büyük bölümünü geçti.
Tabii, zaman içinde yolculuk, insanlar gibi binaları da yıpratıyor. İşlevler değişirken tavanlardaki ve merdiven sahanlıklarındaki renkli resimler soluyor, boyalı muşambalar yıpranıyor, yırtıklar ve dökükler ister istemez kötü yamalarla kapatılıyor.
Galatasaray'ın ilk kısmı, artık, aynı adı taşıyan üniversiteyi barındırmakta.
Eski yapı, elbette yeni işlevi taşımakta zorlanacak, çürüyüş belki de yıkıma dönüşecekti. Yenilenme kaçınılmazlaşmıştı.
Bereket, Galatasaraylılığın hamurunda görgüsüzlük olmuyor.
Yoksa, ‘‘yenilenme’’ denince yıkıp yenisini yapmaktan başkasını bilmeyen yaygın zihniyet, o canım binayı çoktan yerle bir etmiş, yerine Çırağan Sarayı'nın yanındaki ‘‘çağdaş’’ eklentiye benzer bir şey dikmiş olurdu.
Hayır, yıkım ve yeniden yapım değil, restorasyon: Şimdi rektörlük binası olan eski ‘‘revir’’ gibi ana bina ve Ağalar Koğuşu da restore ediliyor.
Ama, en kaliteli biçimde, nakışlara ve ahşap işlerine azami özen gösterilerek.
Güneşli bir günün sabah teneffüsünü okulun önündeki rıhtımda geçirirken, 598 Ülken Demirpençe, ‘‘Ortaköy Camii'nin minare ve kubbe alemleri altındandır’’ demişti.
Herhalde, alemlerin altın yaldızla kaplı değil, som altından olduğunu söylemişti birileri ona.
On bir yaşın saflığında her şeye kolayca kanabiliyor insan.
Koca alemlerin som altından olmasına da.
Yarın, o yaştaki çocuklar okula başlarken henüz ilköğretim diploması almadan başlamış olacaklar. Önlerinde daha üç yıl var. Zihinler gelişmiş, hayallerle gerçekler arasındaki mesafe kısalmış, aldanışlar azalmış olacak.
Zaten, sekiz yıllık zorunlu eğitime geçişin en yararlı yanı bu: Yaşamın kritik aşamasında okul ve meslek seçimi gibi önemli bir tercih yapacak olan genç insanları daha olgun, daha bağımsız davranabilecekleri bir yaşa taşımak.
Bu yapılamazsa, küçük yaşlarda ışık oyunlarıyla anlamsız uzak yolculuklara sürüklenmek veya yaldızların son altın olduğuna kanmak işten değil.
Sürükleyicilerin ve kandırıcıların öfkesi herhalde bundandır.
Paylaş