Paylaş
Otların en tazesiyle besleyip suların en temizini de içirmiş, gözlerini tülbentlerin en beyazıyla da bağlamış olsanız, bütün sevecenliğinizle sağ tarafından kıbleye karşı yatırdığınız hayvana yapılanın nihayet ‘‘öldürmek’’ olduğunu unutabilir misiniz?
Adı kurban da olsa, iple bağlanmayıp serbest bırakılmış olan sol arka ayağıyla yine can çekişmeyecek mi?
‘‘Eziyet çektirmemek için’’ iki şah damarıyla nefes ve yemek borularını hep birden kesip bir an önce ölmesini sağlamak, merhametle maharetin birbirine karıştığı tuhaf bir iştir. Bir yandan kutsal kitap emrettiği için yapılan, bir yandan da yüreğimizi sızlatan bir olayın çelişkisini yaşarız. Tek teselli, yine kutsal kitaplardaki açıklamadır: Koyun gitmeseydi, oğul gidecekti.
Ama, kurban kesimi yine de seyredilmesi kolay olmayan bir olaydır.
Geçen gün Kosova'da katledilen yirmi öğretmenin gözleri bağlanmış mıydı, bilmiyoruz. Şöyle bir düşünürseniz, aslında, kurşuna dizilenlerin gözlerini bağlamak, bir bakıma ters bir gelenek. Asıl bağlanması gereken, olayı seyretmek zorunda kalanların gözleridir.
Çünkü, insanlık, ölümleri seyrede seyrede, öldürmeyi kanıksamaya başlıyor.
Balkanlar'da olduğu gibi.
Bugün oralarda olupbitenler, çok eskilerde olanları bir yana bıraksak bile, geçen yüzyılın başlarından beri süregelen katliamların zincirleme tepkilerinden ibaret değil mi? Osmanlı yönetim tarzının aynı coğrafyada ayrı ‘‘millet’’ler olarak yan yana yaşattığı insanlar, Avrupa'dan gelen değişik bir milliyetçilik anlayışının etkisiyle boğuşup durdular.
Ta ki, İkinci Dünya Savaşı sonrasının çokuluslu, özyönetimli ve dönüşümlü Tito Yugoslavyası kurulana kadar.
O ilginç deneyimi tam başarıya ulaştıramamış olmak nasıl Tito sonrası Yugoslav Komünistleri'nin büyük fiyaskosu ise, bu başarısızlığı yıkıma dönüştürmek için elinden geleni ardına koymamış olmak da Avrupa'nın büyük ayıbıdır.
Özellikle de Almanya'nın.
İnsanlığın ortak yanlarını öne çıkarmak yerine etnik farklılıklarını vurgulayan zihniyet, Hitler'in temerküz kamplarındaki iskeletlerden sonra şimdi de yeni Balkan katliamlarının kurbanlarını gömüyor ‘‘Tarih-i Kadim’’in sayfalarına. ‘‘Her zaman, her tarafta kan, kan, kan!’’ diyen Tevfik Fikret yirmi birinci yüzyılın eşiğinde bile haklı mı çıkmalıydı?
Haklı çıkıyor; çünkü ölümü, öldürmeyi, hem de ırk, dil, din gibi seçiminde insancıkların zerre kadar sorumluluk taşımadıkları nedenlerle adam öldürmeyi çözüm sayan düşüncelerin kökü kazınmadı.
Hatta, kökü kazınmak şöyle dursun, bu düşüncelerin yeniden filizlenmesine elverişli ‘‘çağdaş’’ zeminler yaratılmaya çalışıldı.
İki şey sürekli birbirine karıştırılmakta: Irk, dil, din farklılıklarına saygılı olmak ile bunları siyasal örgütlenmelerin temeli saymak. Oysa, birincisi insanları insanca yan yana yaşamaya, ikincisi ise birbirini dışlayıp karşılıklı kurbanların acısıyla kıvranmaya götürüyor.
Paylaş