Paylaş
GEÇEN bahar sonu, yine spor kılığını giymiş, havaalanı şeref salonundaki koltuğa kurulmuştu. Ayaklar masa üzerine Amerikanvari uzatılmış; elde bir kitap. Foto muhabiri için bulunmaz poz. Tabii, flaş.
Ama, Carlo Cottarelli'nin umurunda değildi. Daha doğrusu umurundaydı da, medyatik olmaya yeni başlayanların aldırmazlığını oynuyordu.
Şimdi, ‘‘Türk sevgiliniz var mı?’’ türü sorulardan sonra, belli ki medyatiklik için bu yapaylığa da gerek duymayacak. Duymaması doğal: ekonomisini yönlendirdiği ülkede, bir sözü iki edilmiyor.
Bağımsız ulusal kalkınma politikalarının Dünya Bankası, IMF, Dünya Ticaret Örgütü gibi kapitalist ülkelerin ve büyük sermayenin baştacı kuruluşlarca hiç tutulmadığı biliniyor. Onların derdi, küresel olduğu söylenen bir ekonomik düzeni ayakta tutmaktır.
Bu düzen, yerkürenin gelişmiş ülkeleriyle gelişmemişler arasındaki açığı büyütse de, bozuk toplum yapılarını ve gelir dağılımlarını büsbütün bozsa da.
Bilimde ‘‘kalkınma ekonomisi’’ diye bir disiplinin bulunduğunu unutmayan, her şeye karşın ulusal gelişme politikalarını bağımsızca sürdürmek, dengeli büyüme stratejileriyle kendi halklarının sosyal özlemlerini gerçekleştirmek isteyenler, artık bu düzenin paryaları sayılıyor.
Peki, onlar paryadır da, düzenin gözdesi olan Cottarelli gibiler ülkelerin özelliklerini, örneğin Türkiye denen ülkenin ekonomi tarihini, İngiliz Ticaret Anlaşması'yla Tanzimat Fermanı arasındaki ilişkiyi, Düyun-u Umumiye'yi, cumhuriyetin yoktan var etme çabalarını ne kadar bilirler? Geçmişten çıkarılıp bugüne uygulanabilecek dersler bakımından onların kafası, bu ülkede sayısı hiç de az olmayan ulusal kalkınma ekonomistlerininkinden daha mı iyi çalışır? Yoksa, ‘‘Özelleştirmeyi hızlandırıp son kalan kamu bankalarını da satın, birkaç yüz milyon dolar kredi verelim’’ diyen yeniyetme ekonomi misyonerlerine teslim olacak kadar kısırlaşmış ve güçsüzleşmiş bir ülkede mi yaşamaktayız?
Bu gidişin nasıl bir toplum yaratacağı, şimdiden tarımı ve hayvancılığı çökertmiş sonuçlarıyla, dışalımın dışsatımı ikiye katlamasına yol açan tüketim çılgınlığıyla, ‘‘hayali ihracat’’ rezaletleriyle, hırsızlığı yaygınlaştıran, işsizliğiyle artıran, sendikacılığı yok eden gidişiyle açıkça bellidir.
Böylesine bilinçsiz ve insafsız gidişle dertler, yakınmalar ve itirazlar artıp çürümeye terk edilmiş kamu yönetimi bunlarla baş edemez duruma gelince, ‘‘ombudsman’’ gibi çarelere sarılmanın da bir yararı olamaz. O çeşit iç döküp derman arama mekanizmaları, ancak dertleri az olan toplumlarda istisnai durumlar için başarılı olabilir. Derde batmış bir ülkede, devrimci yaklaşımlar yerine aldatmaca Marko Paşa formülleriyle işlerin düzelmeyeceği kesindir.
Hele böyle bir görev için aday olarak aynı gidişin son otuz beş yılından en başta sorumlu bir adın geçmesi, bağımsız düşünce yerine devşirme reçeteyle derman arayınca hangi kapılara varılacağının en açık kanıtıdır.
Paylaş