Paylaş
Türkiye'yi bekleyen iki büyük tehlike var.
Bunlardan sakınmayı becerebilirsek, bölünmeye ve dağılmaya karşı zaten büyük ölçüde kazanılmış olan bir savaşın başarıyla sonuçlanması kolaylaşır. Yoksa, bunca can, emek ve paranın boşa gitmesi işten değildir.
Birinci tehlike, feci etnik çatışmalara sürüklenme tehlikesidir.
Unutmamalıyız ki, etnik dokusu hayli çapraşık bir Türkiye'nin Güneydoğu sorunu boyunca en önemli başarısı, halk yığınlarını karşı karşıya getiren korkunç cepheleşmelere düşmemiş olmasıdır. Bu başarıyı küçümsememek gerekir.
Aslında böyle bir ayrışma kültürümüze ters geldiği halde, zaman zaman ve yer yer, Türk-Kürt takışmaları olmadı değil. Özellikle, şehit cenazelerinde.
Ama, Kuzey İrlanda'yı, Sri Lanka'yı, Karaşi'yi anımsatır sahneler ve kitle boğazlaşmaları yaşanmadı. Yaşansaydı, mezhep nedenli Kahramanmaraş ve Sıvas olaylarının anısına bir de büyük etnik kavgalar eklenseydi çok acı olurdu.
Bu bakımdan, son yılların göçleriyle etnik yapısı iyice karışan Anadolu'nun böyle bir dönemi dağılmaya ve kargaşaya uğramadan atlatmış olması, belki de özdeki bölünmezliğin en inandırıcı ve rahatlatıcı kanıtıdır.
Böylesi, Anayasa maddelerinden ya da ‘‘Ülkesiyle, milletiyle...’’ diye başlayan beylik nutuklardan çok daha önemli.
Ne var ki, son gösteriler şimdiye kadar yaşanmamış olan bu tehlikenin tohumlarını da içlerinde taşır gibi. İstiklal Caddesi'nde ya da Brüksel'in yan semtlerinde olupbitenler endişe vericidir.
Bu bakımdan, başta Cumhurbaşkanı olmak üzere bütün görevlilerin ‘‘Bizler de ayaklanıp meydanlara dökülelim!’’ derken kullandıkları dile dikkat etmeleri ve ‘‘ayaklanma’’ gibi sözcüklerle çeşitli zihinlerde değişik anlamların yankılanabileceğini düşünmeleri gerekiyor. Yoksa, büyük kalabalıkların toplandığı durumlarda çıkabilecek olaylar, ‘‘Türkler'le Kürtler'in bir arada yaşayamadıkları belli; öyleyse, ayrılmaları da doğru!’’ gibi sonuçlara varmak için bekleyenlerin ekmeğine yağ sürmüş olacak.
İkinci tehlike, tepkilerde hedeften şaşma ve ölçüyü kaçırmadır.
Çok boyutlu ve çok sahipli bir tezgâh karşısında olduğumuzu düşünmeden, tek başına İtalya'yı hedef göstermek ve ona yüklenmek ne derece doğrudur? İtalya'nın bu büyük tezgâh içinde taşeron durumuna düşürüldüğünü, Roma hükümetindeki bir kanadın bilinçli ya da bilinçsiz davranışları yüzünden koskoca bir ulusun lekelendiğini vurgulamak daha doğru olmaz mı?
Tepkide ölçünün kaçması ve bayrak yakma gibi bize yapıldığı zaman çok kızdığımız bazı davranışların sorumsuzca sergilenmesi bütün bir ulusu yaralar ve dolayısıyla karşıdaki cepheyi biraz daha büyütür.
Ticarette boykottan söz etmek de öyle. Halkın duyguları zaten eninde sonunda aynı sonucu verecekken, bu gibi şeyleri resmen vurgulamak niçin? Dışsatımı 200 milyar doları aşan bir ulus, ‘‘Üç-beş dolar uğruna kendi kurallarımızı uygulamaktan vazgeçer miyiz?’’ derse ne diyeceksiniz?
Ağırbaşlılık ve efendilik her zaman kazanır.
Hele şamatanın, sokak kabadayılığının kol gezdiği durumlarda.
İtalya'yı kendi uygarlığının aynasında mahcup etmekten daha etkili bir yol olamaz. Onlara yakışmadığını söylediğimizi kendimize niçin yakıştıralım?
Paylaş