İddiya

Mümtaz SOYSAL
Haberin Devamı

Dikkat ettiniz mi, ‘‘Konuşan Türkiye’’nin bazı radyo ve televizyon spikerleri ‘‘iddia’’ sözünü bir türlü doğru söyleyemiyorlar.

İddiya! Özellikle telaffuz ve vurgu bakımından canına okunan Türkçenin en sık duyulan hatalarından biri.

Neden acaba? Latince kökenli ‘‘media’’ya ‘‘medya’’ denmesinden mi?

Yoksa, yeni kuşağın ‘‘iddia sahibi olmak’’tan vazgeçişi mi?

İddia sahibi olmak, yani bir davayı kazanmaya azmederek yola çıkmak.

Yön duygusunu yitirmiş, kendisini evrensel ve küresel denen rüzgârların sürükleyişine bırakmış, inançlarında direnmekten vazgeçmiş bir kuşaktan ne beklenebilirdi ki başka?

Ama, kabahat gençlerde mi? Sabah akşam, dünyadaki modaya uymak uğruna teslimiyetçiği, kemiksizliği, kendi aklını kullanmayıp dış reçetelere boyun eğmeyi salık veren ‘‘büyükler’’e, onların borazancılığını yapan gazetelerle televizyonlara gençler nasıl dayansın?

Korkunç olan, yeni kuşakları iğdiş edici, iddiasız ve davasız olmaya itici bu büyük beyin yıkayışın bilim, özgürlük ve nesnellik adına yapılmasıdır.

Ahmet Taner Kışlalı, geçenlerde, Cumhuriyet'teki köşesine bir kitaptan bazı alıntılar aktarmıştı. Isparta'daki Süleyman Demirel Üniversitesi'nde okutulan bir ders kitabından:

‘‘Bundan 60-70 yıl önceki fikir ve düşünceler o zaman için en doğru düşünceler olabilir, fakat günümüzde bunların uygulama alanı ortadan kalkmıştır. Hele empoze edilmeye çalışılan fikir ve düşüncelerin veya ilkelerin tek partili dönemde ortaya çıkmış olmaları, onların ister istemez o dönemin şartlarını ve karakterini özünde taşıdığı gerçeğini gözönüne almayı gerektirir... Atatürk'ün görüşlerini verirken onun muhalifi olan görüşleri de verirsek, çocuklarımıza mukayese imkânı tanımış oluruz.’’

Kitaba göre, ‘‘empoze edilmeye çalışılan yanlışlar’’dan biri şuymuş:

‘‘Alfabe değişikliği, Türk kültür hayatı için olumsuz bazı sonuçlar doğurmuştur. Yaklaşık 900 yıllık kültür birikimi, kütüphane ve arşivlerin tozlu raflarında kalmıştır... Yeni harflerin kabulüyle Türk kültür hayatında bir kesinti meydana gelmiş ve asırlardır teşekkül eden geleneksel kültür ile irtibat kopmuştur.’’

İşin tuhafı, Profesör Dr. Mehmet Ali Ünal ile Yardımcı Doçent Dr. Ahmet Halacoğlu'nca yazılan bu kitap ‘‘devrim tarihi’’ dersinde okutuluyormuş!

Yarım yüzyıldır ‘‘çok partili demokrasi’’ adıyla yaşananların özde bir ‘‘karşı-devrim’’ niteliği taşıdığı ve ilk on beş yılda yapılanları sulandırmak, gevşetmek, hatta tersine çevirmek amacını güttüğü zaten bilinmekteydi. İnönü'lerin, Menderes'lerin, Demirel'lerin, Özal'ların, Çiller ve Erbakan'ların derece derece sorumlu oldukları bu ‘‘karşı-devrim’’in, en sonunda, devrim tarihi derslerine kadar sızmış olması ilginçtir.

İşler bu raddeye geldikten sonra, cumhuriyetçe benimsenen ‘‘çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkma’’ iddiasının bu çeşit kitaplarla yetişmiş gençlerin ağzında ‘‘iddiya’’laşıp çürümesinden daha doğal ne olabilir?

Ama bilinmelidir ki, bu çürüyüşe daha fazla katlanmak, cumhuriyetin yıkılışına seyirci kalmak demektir.













Yazarın Tüm Yazıları