Paylaş
Şu ecnebilerin Türkiye konusundaki düşüncelerini anlamak zordur.
Daha doğrusu, ilk bakışta zordur da, hangi niyetle öyle düşündüklerini bilirseniz, o düşünceleri anlamak çok kolaylaşır.
Örneğin, son aylarda, Avrupalısından Amerikalısına kadar hepsi, ‘‘Aman, Refah'ı kapatmayın!’’ telaşındadırlar. Sanki kapatıp kapatmamak, hükümetin, parlamentonun, medyanın elindeymiş ve konu Anayasa'nın hükümlerine göre karar verecek olan bağımsız bir yüksek mahkemenin önünde değilmiş gibi.
Söyledikleri hep ‘‘demokrasi’’ sevdasına dayanır; kapatmanın veya kapatmamanın Türk demokrasisine ne kaybettirip ne kazandıracağını sayıp dökerler. Oysa, aynı çevreler, fırsat buldukça, ‘‘Türkiye tam hukuk devleti olamadı; olsa, iyi olur’’ diyenlerdir. Ama, demokrasiden söz ederken hukuk devletini unutuverirler.
Niçin?
Çünkü, kafalarında, kurmuş oldukları ‘‘yeni dünya düzenini’’nin bekçilerinden biri olarak ‘‘ılımlı İslam’’ kuşağı yaratma düşüncesi vardır. Hem radikal İslamcılara karşı, hem de yeniden canlanabileceğini arada sırada akıllarından geçirdikçe ürktükleri Marksizme karşı.
Unuturlar ki, Türkiye Cumhuriyeti, temelinde jakoben devrimcilik yatan bir cumhuriyettir ve bu cumhuriyette kamu işlerini kıyısından köşesinden de olsa din esaslarına bağlamak devletin temel felsefesiyle bağdaşmaz. Cumhuriyet, bu felsefesini Batılı dostlarının dünya hesapları uğruna İslamcılığın gölgesine soktuğu an, Kayzer Wilhelm Almanyası'nın ‘‘Doğu Politikası’’na oyuncak olan İttihat ve Terakki Osmanlısından farksız duruma düşer.
Cumhuriyetin böyle bir gölge altına girmesini pek isteyen Batılı ‘‘dostlar’’, buna karşılık, yine son aylarda devletin üstüne düştüğünü söyledikleri bir başka gölgeden son derece rahatsızdırlar. Rahatsızlığın en açık ifadesi, Türkiye'yi ‘‘pek seven’’ yabancı muhabirlerden Hugh Pope'un geçen gün The Wall Street Journal'e yazdığı şu satırlardadır: ‘‘Bazı gözlemciler Türkiye'nin, tıpkı eski Prusya gibi, giderek orduya eklemlenmiş bir devlete benzemeye başladığını belirtiyorlar.’’
Demek ki, ordunun cumhuriyete sahip çıkması, kamu işlerinin düzene sokulmasını ve devlete ciddiyet getirilmesini istemesi Prusyalılıkmış.
Genellikle, bunu demokrasi adına söylediklerini ve Türkiye'de Batı kalıplarıyla düşünen birçok safdilin de yazıp çizdiği gibi, demokrasilerde ‘‘atanmışların seçilmişlere tabi olması’’ gerektiğini savunurlar.
‘‘Atanmışlar’’ın ve hele askerlerin sosyal kökenini, nerelerden nasıl geçerek sorumluluk mevzilerine geldiklerini, ‘‘seçilmişler’’ ise, çoğu zaman, parti içi ve dışı hangi anti-demokratik uygulamalarla oralara çıktıklarını unutarak.
Ne var ki, Türkiye'yi aşkların en güzeliyle uzaktan pek sevenler, bütün bunları pekala bildikleri halde, nedense ordunun gölgesinden çok rahatsızdırlar.
Niçin?
Çünkü, kendi ‘‘konsept’’ini oluşturmayıp yönsüzlük içinde bocalayan, plansızlık yüzünden ancak varını yoğunu satarak bütçesini ayakta tutabilen, ciddiyetsiz, adamsendeci ve laçka bir ‘‘demokrasi’’ onların oyunlarına çok daha kolay gelecek, bir türlü kapatamadıkları ‘‘Şark meselesi’’nin dosyasında istedikleri gibi katlayıp ceplerine sokabilecekleri bir paçavra olacaktır.
Türkiye ve demokrasi sevgilerini sevsinler.
Paylaş