Mümtaz Soysal: Geçmişin intikamı

Mümtaz SOYSAL
Haberin Devamı

Yasamanın yargı denetimi altına alınması, Türk siyasal yaşamının kolay benimseyip hazmettiği bir yol değildir. 1961 Anayasası'nın başlangıçta en çok eleştirilen noktalarından biri, Anayasa Mahkemesi'nin Meclis üzerindeki denetimi oldu. Siyasetin, hatta ulusal egemenliğin önüne ‘‘yargıçlar hükümeti’’ denen bir engelin konduğu çok söylendi.

Bu iddianın yanlışlığı çok çabuk anlaşıldı. Ama, yine de, 60'lı ve 70'li yıllarda ileri geri söylenenlerin büsbütün etkisiz kaldığı söylenemez.

Nitekim, 1982 Anayasası o tartışmaların izlerini taşır.

Dikkati çeken önemli izlerden biri, yasaların şekil bakımından denetlenmesine ilişkin olandır.

1961 sisteminin başlangıcında anayasaya uygunluk denetlemesi bakımından ‘‘şekil’’ ve ‘‘esas’’ ayırımı yoktu. Ayırım, ilk kez, 12 Mart rejimi sırasında yapılan Eylül 1971 değişiklikleriyle gündeme geldi: Anayasa değişikliklerinin Anayasa'daki temel ilkelere aykırı bulunmasından tedirgin olanlar, bu değişiklikler için Anayasa Mahkemesi'nin ancak ‘‘Anayasada gösterilen şekil şartlarına uygunluğu’’ denetleyebilmesini öngören kuralı getirdiler.

Bu şekil ve esas ayırımının 1982 Anayasası'na yansıyışı daha da ilginçtir.

Önceleri, Anayasa Mahkemesi, yasaların yapılış sürecinde ‘‘şekle aykırılık’’ sayılabilecek bütün usulsüzlükleri denetler ve aykırılık görürse yasayı iptal ederdi. Oysa, yeni Anayasa'yla acayip bir kural getirildi: ‘‘Kanunların şekil bakımından denetlenmesi, son oylamanın öngörülen çoğunlukla yapılmadığı hususuyla sınırlıdır.’’ Gerekçesi de şu: ‘‘Son oylama genel kurul tarafından yapılır. Daha önce vücut bulan şekil bozukluklarını genel kurulun bildiği veya bilmesi gerektiği varsayılır... Genel kurulun oylama yapıp kanunu kabul etmesi, şekil bozukluğunu o kanunu kabul etmemek için yeterli neden saymadığı yolunda bir irade tecellisidir. En büyük organ genel kuruldur. Onun iradesi hilafına bir sonuç çıkarmak, hukukun ana esaslarına aykırı düşer.’’

‘‘En büyük, genel kurul; başka büyük yok!’’ anlayışının ne gibi kargaşalara yol açabileceği pazar günü yaşanan olaylarla açıkça görüldü: Oturum başkanı, Danışma Kurulu'nun toplanmayışı karşısında, genel seçimleri erteleme önergesini Anayasa Komisyonu'na havale eden Meclis Başkanı'nın tutumundan sonra, genel kurulda aynı nitelikte bir başka önergeyle karşılaşmıştı. Üstelik, ‘‘Seçimlerin yenilenmesine ilişkin önergeler Anayasa Komisyonu'nda görüşülür’’ diyen tüzük hükmüne karşın, erteleme önergelerinin nasıl bir yol izlemesi gerektiğine ilişkin açık hüküm yoktu. Ayrıca, idare hukukundan farklı olarak, işlemin kararlaştırılmasına ilişkin yolların işlemi kaldırmakta da aynen uygulanmasını emreden bir kural da bulunmuyordu. Tam tersine, yasalar için olmasa da örneğin sıkıyönetim kararlarından olduğu gibi, değişik ve daha kısa dönüş yolu gösteren Anayasa düzenlemeleri de vardı.

Bu bakımdan, oturum başkanının tereddüde düşüp genel kurulun hakemliğine başvurması doğaldı.

Bunun doğal karşılanmayışı ve kıyametin kopması, 1961 sisteminden farklı olarak, sonucun ‘‘şekil’’ bakımından Anayasa Mahkemesi denetlemesine tabi tutulmayacak oluşundan kaynaklanmıştır. Nihai sonucu etkileyecek bir hukuk supabının varlığını bilmek, insanların böylesine vahşileşmesini, parlamento tarihinde görülmeyen şiddet sahneleri yaratmasını önleyebilirdi.

Geçmişteki yanlış düzenlemenin etkisi şimdi görülmekte ve geçmiş bugünden intikam almaktaydı.



Yazarın Tüm Yazıları