Fotoğraf

Mümtaz SOYSAL
Haberin Devamı

Tablonun tuhaflığı, ilk bakışta, akıl ve izan sahibi herkesi şöyle bir soru sormaya itecek kadar açık: ‘‘Mademki istenen, iki toplum liderinin yüz yüze gelip baş başa kalarak konunun çeşitli yönlerini rahatça konuşmalarıdır; o halde Lefkoşa'da kolayca yapılabilecek bir iş için, hem onları, hem de bunca kişiyi büyük masraflarla binlerce kilometre ötelere, ta New York Eyaleti'nin ücra bir köşesine taşındırmanın ne âlemi var?''

Gerçekten, Doğu Amerika saatiyle yarın öğleyin başlayacak olan Kıbrıs zirvesinin söylenen amacı ile görünürdeki niteliği arasındaki çelişkiyi anlamak ve anlatmak çok zordur.

Yahut da çok kolay: Belli ki, Amerika ile perde arkasının değişmez aktörü İngiltere başta olmak üzere, bütün Batı dünyası Kıbrıs sorununu ‘‘çözme'' konusundaki kararlılığını göstermek istiyor. Böyle bir ‘‘mizansen'' sayesinde yan yana getirilecek liderlerin, görüntü baskısıyla, karar noktasına daha kolay itilebileceğini düşünenler çoğunlukta.

Bu arada, görüntünün Amerikan politikasına dönük yönü de şu: Başkan Clinton, Kıbrıs sorununa büyük önem verdiğini kendi kamuoyuna ve özellikle Kongre'deki Rum lobisine ispatlamış olacak.

Sorunu olduğundan da çapraşık gösteren bu velvele karşısında, asıl çözüme götürücü püf noktanın basitliğini düşünerek kızmamak mümkün değildir: Püf nokta, ‘‘Kıbrıs Cumhuriyeti'' denen devletin bütün ada üzerinde egemenlik iddia edemeyeceğini cümle âleme resmen ilan etmek ve kuzeydeki egemen devlet gerçeğini açıkça tanımaktır.

Bu yapılmadıkça, hiçbir yere gidilemez.

Hele, federatif ya da konfederatif bir çözüme, asla.

En azından iki egemen devlet olmalı ki, onların devredecekleri yetkilerle yeni bir ortak egemenlik yaratılabilsin.

Kıbrıs konusunda Batı'nın inatla sürdürdüğü hınzırca tutuma karşı kızgınlıktan söz edince, aynı hınzırlık karşısında kızmadan duramayan Profesör Ayhan Songar'ı anmadan olmaz. Geçen hafta toprağa verilen psikiyatri profesörü Songar, Türkiye Gazetesi'ndeki köşesinde sıra Kıbrıs'tan söz etmeye gelince, olağanüstü bir efendiliğin, değişik ama derin bir kültür donanımının ve engin bir hoşgörünün bile sınırlarını zorlamak durumunda kalır, çok güzel kullandığı Türkçe'sine haksızlığa karşı isyan sözcüklerini katmadan edemezdi.

İlginçtir; Songar da, Denktaş gibi, fotoğraf meraklısıydı.

Acaba, ruhbilimci olarak, insanların çeşitli durumlar karşısında takındıkları değişik yüz ifadelerini yakalayabilme duyarlılığı ile bu tutku arasındaki ilişki üzerinde düşünmüş müydü? En çetin müzakerelerin öncesinde, hatta esnasında eli fotoğraf makinesine giden bir Denktaş, ‘‘mutluluğun resmi''ni soran Nazım Hikmet'in deyişiyle söylemek gerekirse, acaba haksızlığın, anlayışsızlığın, önyargının, küstahlığın, yüzyıllarca derinlerden gelen bir kinin, tarihsel hesaplaşma garazının ‘‘resmi''ni mi yakalamak istemektedir?

Bereket, adadaki mazlum Türkler'in insan haklarından ve Türkiye'nin vazgeçilmez çıkarlarından oluşan dava öylesine haklıdır ki, en korkutucu sanılan resimlerin bile vız gelip tırıs gitmesi gerekir.

Troutbeck'teki senaryocuların bilmedikleri budur.

Türkiye'de gereksiz yere endişeye kapılıp etrafı telaşa verenlerin de.

Yazarın Tüm Yazıları