Paylaş
İtalya kıyılarına insan döken gemilerin başlattığı olaylar çeşitli açılardan ele alınabilir.
Bir kere, Avrupa safdilliğinin yeni bir belirtisi gibi görebilirsiniz olupbitenleri. Vaktiyle, iş arayan Süryani vatandaşların ‘‘Hıristiyanız diye Türkler bizi kesiyor’’ aldatmacasına kanıp işyerlerini ve kiliselerini cömertçe açan İsveçliler nasıl çok geçmeden hanyayı Konya'yı anladılarsa, İtalyanlar da bu yeni göç dalgasının nasıl bir dalga olduğunu yakında anlayacaklardır elbet.
İkincisi, iyi niyetli insanlara bile vize için konsolosluk kapılarında günlerce çile çektirenlerin şimdi birden insansever oluşlarının gerisinde, Güneydoğu sorununu değişik biçimde yeniden kurcalama niyeti de sezebilirsiniz.
Yahut, Vietnam'daki benzer bir toplu kaçış karşısında, tıpkı oradaki gibi bir yenilgi ve bozgun tablosu görüp, gencecik insanlarımızın canları pahasına da olsa, ikinci bir Sevr'in önlenmesine, dış kaynaklı terörün havlu atmasına, işbirlikçilerin başka yerlerden de akan kaçkınlara karışarak bu toprakları terk etmekte oluşlarına sevinebilirsiniz.
Bu göçte genel işsizliğin, umutsuzluğun ve kendini bir yerlere atma isteğinin izlerini görüp içiniz kararır veya bu utanç verici görüntüyü düzeltme yönündeki azminiz bilenir.
Fena Halde Leman, Attila İlhan romanlarındaki kahramanlardan birinin adıdır. Romana da adını veren o hatun kişi, cinsiyet azgınlığı ile hanımağa külhanbeyliğini birleştiren ilginç bir tiptir.
İtalyan çizmesinin ucuna 800 küsur insanı taşımış olan Ararat gemisinin, eğer yakalanan mürettebatça söylenenler doğruysa, Derince'den ‘‘yolcu’’ aldığını hayretle okuyunca, kazanç azgınlığıyla hukuk aldırmazlığını yan yana getiren bir Türkiye'nin düştüğü duruma üzülmemek elde değil. Denizaşırı göçün başka yönleri kadar, hatta onlardan da daha fazla düşündürücü olan budur.
Derince, bir kamu hizmeti olması gereken liman işletmeciliği yanında özel iskeleciliğe de izin verilen yerlerden biri.
İsterseniz, şimdi, doğrudan doğruya Derince'yi hedef alıp da kimsenin günahına girmeksizin, arkasından sekiz limanın ihaleye çıkarılışı sırasında söylenenleri anımsayalım ve kamu hizmeti laçkalaşınca neler olabileceğine bakalım.
Limanları özelleştirme kararı açıklanır açıklanmaz, 22 Aralık 1996 günü, Türk-İş'in İstanbul Bölge Temsilcisi Faruk Büyükkucak şunları söylüyor: ‘‘Türkiye'deki kaçakçılığı sağda solda aramaya gerek yok. Silahtan beyaz zehire kadar her türlü kaçakçılık en kolay nereden yapılıyor? Limanların özelleştirilmesi, kaçakçılığın resmen teşviki anlamına gelir.’’
Aynı gün, Liman-İş Sendikası'nın İstanbul Şube Başkanı Muzaffer Akpınar da şöyle konuşmakta: ‘‘Boş duran devlet limanlarında yükünü indirmesi gereken büyük gemiler 20-30 metrelik özel limanlara yük indirmişlerdir. Liman başkanları çaresiz bırakılmıştır; çünkü siyasi otorite bu bürokratların ensesindedir. Bizim istatistiklerimiz sonucu, örneğin Derince limanı sırf bu nedenle yılda 5 trilyon liralık gelir kaybına uğratılmaktadır.’’
Siyaset-mafya ilişkisini Salıpazarı örneğiyle de gösteren Akpınar, kapalı tutulmasına karşın o rıhtımda hâlâ tonlarca yük boşaltıldığını anlattıktan sonra, şöyle devam ediyordu: ‘‘Biz hukuksal yoldan tuttuğumuz raporlarımızla başbakanlık, bakanlar ve siyasal partiler düzeyinde başvurularda bulunduk. Artık bundan sonra olacaklardan, biz değil, siyasiler sorumludur.’’
Siyasiler, önce zarara soktukları devlet limanlarının yanında özel rıhtımcılığa kapı açtılar, sonra limanları kiraya verdiler; davaları kaybettikleri halde geri de vermiyorlar. Şimdi, limanlarını düzene sokamayan fena haldeki Türkiye'nin kevgire dönmüş kıyılarından kaçan kaçana.
Paylaş