Paylaş
Pek ünlü siyasetçiler, hatta yazarlar dahil, okumuş yazmış, ‘‘aydın’’ denen Türkler'in büyükçe bir bölümü niçin asker-sivil ilişkileri konusunda zaman zaman hatalı değerlendirmelere sürüklenirler?
Konu ilginçtir. Bugünlerde daha ilginçleştiği için üzerine eğilmek gerek.
Ama, dıştan gelen esintilerin etkisinde kalmadan, ülkenin ve toplumun kendi gerçekleri ışığında.
Çünkü, yanılgıların çoğu, bu konuda ‘‘evrensel’’ diye bilinen düşüncelerden ve ‘‘gelişmiş’’ diye tanımlanan ülkelerdeki deneyimlerden kaynaklanıyor.
Doğru dürüst sorgulanmayan ön yargılar ve her yere uygunluğu derinliğine tartışılmayan deneyimler.
Örneğin, Batı ve Orta Avrupa'nın aristokrasilerden miras kalma tutucu eğilimli ordularıyla Mısır'ın, Irak'ın veya kurtuluş savaşlarından geçmiş başka ülkelerin ordularını aynı kefeye koyabilir misiniz?
Uluslaşma ve çağdaşlaşmadaki rollerini, sosyal köken ve dünya görüşü bakımından farklılıklarını gözardı ederek?
Hele Türkiye'ninkini?
O Türkiye ki, onsekizinci yüzyıl sonlarından başlayarak, neredeyse bütün sosyal gelişmesinin ana zembereğini ordusu oluşturmuştur.
Ha, zaman zaman bu zembereğin tersine işlediği, tutucu güçleri ve düşünceleri harekete geçirdiği hiç mi olmamıştır? Elbette bu bakımdan Soğuk Savaş yıllarının blok politikaları dolayısıyla düşülen geçici yanılgılar büyük tarihsel çizginin temel değerlendirilişini değiştirmez.
Bu değerlendirişi iyi bilmek, şu günlerde özellikle önem kazanmıştır.
Çünkü, Türkiye bu kez de Soğuk Savaş sonrasının bir başka değişik baskısı altındadır: Batı'nın çıkarlarını ‘‘ılımlı İslam’’la güvence altına almak.
Atlantik düynasının iki yanında bir ‘‘ılımlı İslam’’ modasıdır çıktı. Ağzı olan herkes konuşuyor. Suudiler, Körfez şeyhleri, İran molları bir yana bırakılmış, bütün gözler Türkiye'nin vereceği ılımlı Müslümanlık örneğine dikilmiştir.
Özellikle zengin kaynaklı Orta Asya ve Kafkaslar bakımından.
Cumhurbaşkanlığı'nın tavsiye mektuplarını ve bazı devlet kurumlarının desteğini arkalarına alarak bu role soyunanların yalnızca kendi hassas ruhlarının ivmesiyle ve gaipten gelen seslerin teşvikiyle ortalığa çıktıklarını söyleyebilir misiniz?
Oysa, son yılların dış kökenli İslamcı akımları olmasaydı, Türk toplumunun kendine özgü yapısı, Orta Asya'dan getirdiği ve yüzyıllar boyunca Batı yönlü fetihlerden aktardığı değerler, ‘‘ılımlı’’dan anlaşılan bir Müslümanca yaşayışı zaten bu ülkeye getirmişti. Bununla yetinmeyip dünya çapında yeni rollere soyunmak, Türkiye'ye iki yanlı bir zarar getirebilir: Hem başkalarının hesaplarına alet olmak, hem de cumhuriyetin mutlak laiklik çizgisinden ister istemez uzaklaşmak.
Ordu dış etkilere aldırmadan bunların farkına vardı diye ona kızmak, biraz da onun son iki yüzyıllık çağdaşlaştırıcı kollayıcılığına kızmak anlamına gelmez mi?
Paylaş