Paylaş
Emin olabilirsiniz: Yarın, Ulusal Egemenlik Bayramı kutlanırken, Türk demokrasisinin durumu da tartışılacaktır. Alanlardaki, okullardaki törenlerde olmasa bile, özel konuşmalarda ve herhalde Meclis'teki nutuklarda.
Dış çevrelerin koyduğu ‘‘asker etkisi altında demokrasi’’ tanısı, zaman zaman ve yer yer içte de paylaşılıyor. Askerin, doğrudan doğruya yönetime el koymadan, isteklerini genellikle Milli Güvenlik Kurulu aracılığıyla ortaya koyduğu ve dar anlamlı ‘‘ulusal güvenlik’’ kavramının dışına çıkarak hükümetle parlamentoyu etkilediği söylenmekte.
Eleştirilerin temel noktası, bunun demokrasiyle ve onun özündeki ulusal egemenlik kavramıyla bağdaşmadığıdır.
Mehmet Ali Birand, Atlantik ötesinden dönüş sonrasında yazdığı yazıların birinde, Avrupa'ca eleştirilen ve oradaki Türkiye görüntüsüne zarar veren bu durumun Washington'da ‘‘anlayışla’’ karşılandığını belirterek, özellikle Amerika açısından şunu söylüyordu: ‘‘Hükümetler istedikleri zaman ‘asker denetimli demokrasi'ye göz yumabilirler; istedikleri zaman da Türkiye'ye belirli politikaları kabul ettirebilmek için kullanabilirler.’’
Demek ki, içteki egemenlik merkezinin şu ya da bu yana kaymış olması, ülkeyi şu ya da bu biçimde dış baskılara maruz kalmaktan kurtarmıyor.
O halde, asıl ulusal egemenlik sorunu, her şeyden önce bu kavramın dışa dönük anlamı açısından, ister sivil kadrolarca, isterse asker etkisiyle yönetilir olsun, her konuda kendi ulusal iradesiyle karar verebilen bir Türkiye yaratma sorunudur.
Şimdi yakınılan asker etkisini de bu açıdan değerlendirmek gerekir.
Bu etki, içte ulusal iradenin yerine şeriatın etkisini egemen kılmak için mi vardır? Şeriatı egemen kılmak isteyen akımlar, arkalarına büyük kalabalıkların ağırlığını alsalar da, ulusal iradenin tecelli etmesi demek olan demokrasi anlayışıyla bağdaşır mı? Laik eğitimin geliştirilmesi, ekonominin güçlendirilmesi, daha adaletli ve sağlam bir toplum düzeninin yaratılması yönünde yapılan telkinler, kimden gelirse gelsin, hep daha güçlü, dış baskılara daha dayanıklı ve kendi iradesini egemen kılabilen bir Türkiye yaratmak için değil midir?
Ama, daha da önemli olan soru şudur: Bütün bunları sivil kadrolar gerçekleştirse ve parlamento da bu gerçekleştirişin odağı olsaydı, bugün yakınılan askeri etkileme ortaya çıkar mıydı?
Bunun devamı da şu sorudur: Yakınılan durumların ortadan kalkması isteniyorsa, en kestirme çare, sivil kadroların zaten kendi temel görevleri olan bu işlevleri yerine getirmeleri değil midir?
Ama, sivil kadroların ve dolayısıyla parlamentonun bu temel işlevlere dönebilmeleri, her şeyden önce, toplumun gözünde her türlü şaibeden ve kuşkudan arındırılmış, daha doğrusu kendi kendilerini arındırmış olmalarına bağlıdır.
Bu konuda gösterilen siyasal dalgalanma, duraksama, kaçınma ve kişileri koruma çabaları, yalnız parlamentonun saygınlığına gölge düşürmekle kalmıyor, sivil kadroları asıl işlevlerine dönmekten ve dolayısıyla sistem üzerindeki gölgeleri uzaklaştırmaktan da alıkoyuyor.
‘‘Ulusal egemenlik’’ derken bunları da düşünmek gerekmez mi?
Paylaş