Paylaş
ALBERT Camus'nün belki en güzel romanlarından biri, ‘‘Düşüş’’tür. Aslında, bir roman bile değil, uzun, çok uzun bir ‘‘kısa hikáye’’, bir monolog. Clamence, Amsterdam'ın denizci meyhanelerinden birinde başlayıp süren tek yanlı konuşmalarla değişik kişilere kendi yaşamını anlatır. Vaktiyle Paris'in ünlü avukatlarından sayılırken, sonuçta Mexico City gibi yerlerde ayyaşların, meyhanecilerin ve kerhanecilerin savunucusu olmayı seçmiştir.
Daha doğrusu, ‘‘ceza çeken bir yargıç’’.
Çünkü, başarılar, alkışlar, övgülerle başlayan, başkalarının kusurlarını, zayıflıklarını, hatalarını eleştirmek ve kınamakla geçen bir ömür boyunca fark etmiştir ki, yalnız doğa değil, insanlar da, teker teker, zıtlıklarla doludurlar. Doğru, haksever ve erdemli geçinenlerimizin eğrilik, haksızlık, erdemsizlik içine düştüğü olur pekálá. Yaşam, umutsuzluk ve zayıflıkların, vicdansızlık ve suçlulukların da birikimi demektir; sürekli erdemlilik taslamakla ya da itiraflarla, dualarla evrensel bir affa erişmeyi ummaktan daha büyük yanılgı olamaz. İnsanlığın cezasını birlikte çekmek zorundayızdır.
Her şey sorgulanır kitapta. Örneğin, Clamence, işgal altındaki Fransa'da ne zaman ve nasıl birdenbire ‘‘milliyetçi’’ kesildiğini anlatır. Metro peronunda ‘‘kuçu kuçu’’ dediği bir köpek, o sırada başını okşayan bir Alman askerinin peşinden gidince, kızmıştır. ‘‘Bir Fransız'ın peşine takılsaydı kızar mıydım acaba?’’ diye düşünür sonradan.
Camus'de her zaman ortaya çıkan tema, yani yaşamı bir büyük ‘‘saçmalık’’ sayıp sonra buna başkaldıran görüş burada da kendini gösterir.
Ama, Clamence'i en çok rahatsız eden, büyük laflar edip de gerektiği yerde gereken biçimde davranmayışın kalleşliğidir. Kendisi de yaşamıştır o duyguyu.
Nitekim, kitabın sonunda ‘‘Sen ey genç kız, n'olur bir kez daha suya at da kendini, ikimizi de kurtar!’’ sözleri vardır. Çünkü, yıllar önce bir gece, evine yürürken köprü üzerinde kara kara düşündüğünü gördüğü bir kızın biraz sonra suya atlarkenki feryadını duyduğu halde, kurtarmak şöyle dursun, suyun soğukluğunu aklından geçirerek dönüp bakmadığını bile anımsar sürekli.
Parlak yaşamını zehir eden, onu mesleğindeki ününden sefih çalkantılara sürükleyen hep bu duygudur. Kitap, ‘‘Artık çok geç şimdi; hep çok geç olacak. Çok şükür!’’ sözleriyle son bulur.
Çürüyüşüyle, yolsuzluklarıyla, ekonomisiyle batan bir toplumun sorumlularındaki ‘‘kulakları sağır edici suskunluk’’ ve acındırıcı çaresizlik karşısında, ‘‘suyun soğukluğunu düşünerek’’ hareketsiz kalmak da mümkündür, ‘‘artık çok geç!’’ diyerek tepkisizliği affettiren koşullara şükretmek de. Yaşama ‘‘büyük anlamsızlık’’ olarak baktığınızda hep böyledir.
Yenilmiş, yıkılmış ve ‘‘tersanelerine girilmiş’’ bir ülkede Mustafa Kemal de, ‘‘Artık çok geç!’’ diyebilir miydi? Sayın Başbakan'ın IMF'li ‘‘program’’ için ‘‘İkinci Kurtuluş Savaşı’’ndan söz etmesi herhalde bu düşünceyledir.
Oysa, çok geç ve saçma olan, yenilgiyle sonuçlanmış bir savaşı, o yenilgiye yol açan düşünceler ve kadrolarla kazanmaya kalkışmaktır.
Paylaş