Paylaş
Sayın Yılmaz, ‘‘Yanlış anlaşıldım’’ diyor.
Konuşan kişi başbakan ve büyük bir partinin lideri, onu yanlış anladığı söylenen de koskoca bir ülkenin ordusu olduğuna göre, konu önemli demektir.
Hatta, herkesin kafasında açıklığa kavuşturulması gereken bir konu.
Böyle bir konuyu doğru anlamak için biraz derinliğine düşünmek gerekmez mi?
Doğru anlamanın başlangıç noktası olarak, Sayın Başbakan'ın geçen haftaki grup konuşmasından şu sözleri alalım: ‘‘Türkiye'de bugün hâlâ 1940'lı yılları özleyenler var. Yani, ‘O yıllar ne güzeldi; o yıllarda hep bizim borumuz öterdi; milletin nasıl davranacağına, ne düşüneceğine, ne söyleyeceğine biz karar verirdik' diye o günleri, bizim unutmak istediğimiz, tarihimizden silmek istediğimiz, demokrasi açısından karanlık olan o dönemi özleyenler var.’’
Bu sözleri derinliğine irdelerken şu kritik olguyu bilmek gerekiyor: Evet, çok partili demokrasi serbest seçim, katılım, eleştiri özgürlüğü getirmiştir; ama cumhuriyetin ‘‘dokunulmaz’’ olması zorunlu bir temel ilkesini de ‘‘dokunulur’’lar arasına sokmuştur: laiklik.
Onu, sanki herhangi bir politika konusuymuş, ekonomik ve sosyal alana ilişkin sıradan bir ilkeymiş gibi, tartışılabilir, şurasından burasından örselenebilir, oy hesaplarına sokulabilir kılarak.
Sayın Başbakan, özenli davranıp ‘‘1920'li, 1930'lu yıllar’’ dememiş; ama aslında, bu bakımdan çizilebilecek olan ayırım çizgisi, cumhuriyetin ilk 25 yılı sonunda ortaya çıkan ve son 50 yıl boyunca laiklikten geriye doğru adımların atılmasına başlangıç oluşturan çizgidir.
Önce yavaş, ürkek ve temkinli başlayarak, din unsurunu politika malzemesi olarak gitgide pervasızca kullanmaya yönelik adımlar.
Demokrasi adına, özgürlük adına, insan hakları adına.
Devrimlerin pozitivist temelini kemirerek, eğitimde ve hatta yönetimde bilimi ‘‘en hakiki mürşit’’ olmaktan çıkararak.
Şimdi duyulan özlem, rasgele her konuda nasıl davranılacağının, ne düşünülüp ne söyleneceğinin tek borudan öttürüldüğü bir döneme değil, cumhuriyetin ilk çeyrek yüzyılındaki laiklik çizgisine duyulan özlemdir.
Askerden de önce, cumhuriyetin ufkunu aydınlık görmek isteyen herkesin ortak özlemi.
Kuruluşunda devrimcilik mayası yatan ve başlangıçta bu çizgiyi hümanist eğitimle, sanatla, kültürle ayakta tutmaya çalışmış bir cumhuriyet eğer son yıllarda bir ‘‘pretoriyen demokrasi’’ye, yani asker etkisinde sınırlı çoğulcu bir siyasal sisteme dönüşme eğilimi gösteriyorsa, bunun sorumlusunu iyi saptamak gerekir.
Sorumluluk, asla aşılmaması gereken bir çizgiyi açıkça veya sinsice aşmaya cesaret edenlerin midir, yoksa Türkiye’nin koşulları içinde ancak laiklikle sürdürülebilecek bir demokrasiyi yeniden bu çizgiye çekmek için ellerindeki tek çareyi kullanmak zorunda bırakılanların mı?
Biraz da değişik bir cumhuriyet anlayışından kaynaklandığı anlaşılan sızlanmalar yerine, cumhuriyetin temel niteliğini anlayıp içtenlikle korumak daha doğru değil midir?
Paylaş