Paylaş
Veliler, ‘‘Anadolu liseleri çöktü!’’ diye dövünüp üzülüyorlarmış. Yabancı dilde verilmesi gereken fen grubu ve matematik derslerini yabancı dilde verecek öğretmen bulunamıyormuş.
Çöken, liseler midir, yoksa Türk öğretmenleri yabancı dilde fen dersi vermeye zorlama ve Türk çocuklarına bu yolla yabancı dil öğretme hayali mi? İyi yabancı dil öğretme yolunun bu olmadığını, Tarzancayla fen dersi yapmak yüzünden yitirilen zamanı doğrudan doğruya dil öğretimine ayırmakla çok daha iyi yabancı dil öğretilebileceğini ve üstelik uzmanlarca ‘‘tam matematik dili’’ sayılan Türkçeyi bir yana itmenin bilimsel bakımdan da yanlış olduğunu anlamak için bunca yılın mı geçmesi gerekiyordu?
Neredeyse herkesin en azından bir yabancı dil konuşabildiği İskandinav ülkeleri ve Hollanda gibi yerler, herhalde Anadolu liseleri gibi garabetler sayesinde o duruma gelmiş değillerdir.
Bazı şeyleri birbirine karıştırmamak gerek.
Türkiye'nin geçmişinde de fen derslerini, hatta felsefe gibi konuları yabancı dilde okutan Galatasaray tarzı okullar ya da misyoner kolejleri vardı. Ama, dersler o dillerin ülkelerinden getirtilmiş nitelikli öğretmenlerce verilir ve işin içine yapaylık karışmamış olurdu. Bugün de yabancı dilde yüksek öğretim yapıldığı söylenen üniversitelerde makul sayılabilecek durum da ancak budur: Öğrenciye, araştırma yapabilecek ve gerektiğinde, örneğin bir konuk profesör geldiğinde, ders izleyecek düzeyde yabancı dil bilgisi vermek.
Yoksa, üç-beş yabancı öğrenci yüzünden veya velilerin yabancı dil hevesi uğruna Türklerin Türklere yabancı dilde ders vermesi gibi bir komiklik olmaz. Ne lise düzeyinde, ne üniversitede.
Dolayısıyla, Anadolu liselerinde açıkça ortaya çıkan durumu, çöküş değil, hayırlı bir başlangıç saymak gerekir. Veliler, bu sonuca üzülmek yerine, şimdiye kadar kendilerini yanıltan eğitimcilerle sınav ve dershane tacirlerine isyan etmelidirler. Görmelidirler ki, artık, yapaylığa kaçmaksızın genel olarak yabancı dil öğretimine ağırlık vermekten ve bütün liselerin niteliğini yükseltmekten başka çare yoktur.
Hep birlikte ‘‘Ormanlar bitti; SİT alanları da tükendi; çevrecilik çöktü!’’ diye dövünüyoruz.
Biten, tükenen, çöken bunlar mıdır, yoksa bu konularda direnmesi ve kıyameti koparması gerekenlerin isyan gücü mü?
Beykoz'daki kundura ya da Mecidiyeköy'deki likör fabrikası başka yere taşınırken, daha doğrusu taşınma bahanesiyle kapatılıp arsalar satışa çıkarılırken, başkaldırması gerekenler yalnız işçiler midir? Onlar bu talana isyan ederken, şehir plancıları, mimarlar, çevreciler, yeşilciler, TEMA'cılar nerededir? Niçin, ‘‘Boğaz'ın kıyısındaki ya da kentin ortasındaki fabrikaları kaldırabilirsiniz; ama buralar ancak park olabilir, yeşil alan yapılır, beton yığınlarıyla doldurulamaz!’’ diye ayaklanmazlar ve satılacak arsanın ancak bu amaçla ve sadece belediyeye satılabileceğini haykırmazlar?
Şimdi sıra köprü girişlerindeki yeşil vadilere ve ‘‘turizm merkezleri’’ kurma bahanesiyle doğal SİT alanlarına gelmişse, bunun nedeni ‘‘Devleti küçültüyoruz!’’ bahanesiyle kamu malları satılırken ortaklaşa, anlamlı ve kapsamlı bir başkaldırışın ortaya çıkmayışıdır.
Yanıltmalar, isyanları önlüyor.
Veliler, hâlâ yabancı dil sevdasında.
Ülkenin doğasını sevenler, devlet küçültücülerin aslında ülkeyi küçültmekte olduğunu görmüyorlar.
Paylaş