Paylaş
Öyle sorunlar vardır ki, onların çözümünde bazı formüllere yer verdiniz mi sorun büsbütün çıkmaza girer. Çözümsüzlükten en doğru çıkış, o formüllere hiç yer vermemektir.
Konu, belki birkaç örnekle daha iyi anlatılabilir.
Örneğin, ulusal eğitimde dine yer verip vermemek.
Tabii, Anayasa'daki ‘‘din kültürü’’ eğitimi ile din eğitimini birbirinden ayrı tutmak koşuluyla.
Din kültürü vermek demek, dinin ne olduğunu, dünyanın her köşesinde insanların nelere inandıklarını, yaşanan ülkede çoğunluk ve azınlık durumundaki inançların, mezheplerin, tarikatların neler olduğunu ve bunların toplum yaşamını nasıl etkilediğini öğretmek demektir.
Böylesi, bir toplumu anlamak ve o toplumda yaşamak için zorunludur da.
Hatta, ‘‘İnsanlar şöyle durumlarda şöyle dua eder’’ diyerek bir duadan söz etmeniz ve anlamını açıklamanız da bu kültürün içine girebilir. Ama, duayı ezberlemek ve belli durumlarda dua edip etmemek inanç işidir. Din kültürü, bu inancı aşılamanın ve insanları buna zorlamanın aracı olamaz.
Zorunlu ilköğretim yasası dolayısıyla ortaya çıkan 4. madde tartışmasının temelinde de bu ayırımın yıllardır kesin ve açık biçimde yapılamamış olması yatıyor. Komisyonda hangi formül bulunmuş ve hatta madde tasarıdan çıkarılmış olursa olsun, tartışmanın genel kurulda da devam edeceği kesindir. Çünkü, din kültürü eğitiminden farklı olarak, dinin öğretilip aşılanması da ulusal eğitimle ilişkili duruma getirilmek isteniyor. Karışıklığın nedeni ise, hem Anayasa'ya kadar varan hukuksal düzenlemelerde, hem de günlük konuşmalarda ‘‘eğitim’’ ve ‘‘öğretim’’ sözlerinin sanki aynı kavramların karşılığıymış gibi rastgele karıştırılarak, hatta çoğu zaman yan yana getirilerek kullanılmasıdır.
Şimdi, kavram karışıklığı gidermek ve inanç sistemini uygulamayla birlikte aşılama anlamındaki din öğretimini bilimin ‘‘mürşit’’liğindeki ulusal eğitim kavramından ayırmak gerekiyor.
Belki de şu aşamada en iyi çözüm, 4. maddenin zorunlu ulusal eğitimi düzenleyen bir yasa tasarısından çıkarılmasıdır.
Bir başka örnek, demokratik devletteki bürokrasi sorununu çözmede politikaya yer verip vermemektir.
Bunun nasıl bir çıkmaz yarattığı, yeni koalisyonun ömrü iki ayı geçmeden görüldü: Sayın Cindoruk, ‘‘Atamaları gazetelerden öğrenmekteyiz. Oysa, işin prensipi olmalı. Atamaları ve kararları bilmeliyiz. Ayrıca, bizim katkıda bulunma hakkımız var... Ben parti örgütüne genelge yayınlayıp yönetim kurulu üyeliklerine talip olmamalarını istedim. ANAP'ta ise il yöneticileri özelleştirmeye bağlı kuruluşlarda yönetim kurulu üyeliklerine getiriliyor. Şimdi bizimkiler de şikâyete başladılar... Onlarınkini atıp kendi adamlarınızı koyarsanız, kadroları siyasallaştırmış olmuyor musunuz?’’ demekte.
Doğru çözüm, herhalde, ‘‘katkıda bulunma hakkı’’nın kullanılmasıyla partiler arasında bir veto ve denge yönteminin kurulması değildir.
Çözüm, bazı ülkelerde yapıldığı gibi, önemli atama, yükselme ve nakilleri bağımsızlaştırılmış saygın kişilerden oluşan özerk bir kurula bırakmaktır.
Devlet Personel Dairesi'ni de güçlendirerek.
Yoksa, partiler arası veto ve denge yolunu yerleşik bir yönteme dönüştürdünüz mü, örneğin yirmi kişilik Demokratik Türkiye Partisi Grubu'nda sayısal marjinallik sınırına yerleşen bir Ufuk Söylemez bürokraside sözde ‘‘yansız’’lığın tek bekçisi durumunda gözükebilir.
Daha bir ay öncesine kadar ‘‘yandaş’’lığın bekçiliğini yaptıktan sonra.
Paylaş