Paylaş
Karakol gemisi denebilecek cinsten bir korvet yavrusu. Turgutreis açığındaki Çatal Ada'nın çatalına yakın demirlemiş, duruyor. Güneş çoktan Kalimnos'un arkasına indiği ve ortalık hafifçe karardığı için, kurşuni savaş gemisinin orada beklediği anlaşılmıyor bile. Belli ki, kendisini fazla göstermeden birkaç mil ötedeki Kardak ikizlerini gözetlemektedir.
Bir hafta önce de, simsiyah bir denizaltı, su yüzüne çıkmış dev bir balina gibi, Torba Koyu'nda beklemekteydi.
Donanmanın, Ege kıyılarına serpilmiş gemileriyle vermek istediği mesaj açık: Türkiye, o denizdeki haklarını sonuna kadar savunmaya kararlıdır.
Gerektiğinde, kuvvete başvurarak.
Bu, yapacağı bir hesap hatasının Yunanistan'a çok fena ödetilmesi demektir.
Kuvvet gösterisiyle caydırıcılık, elbette pahalı bir yöntem. Bütün bu gemiler, uçaklar, tanklar, toplar bedava yapılıp alınmıyor. Bakımları ve kullanımları da pahalı. Üstelik, büyük olasılıkla, hemen hepsi gerçek bir savaşta görev yapmadan, ömürlerini tamamlayıp hurdaya çıkacak.
Savaşta kullanılsalardı, daha mı iyi olurdu?
Savaş ki, maliyeti kat kat fazla olacak ve bu maliyetin üstüne bir de can kayıpları binecek.
O halde, taşkınlığa yatkın bir komşuya karşı yapılacak caydırıcılık masrafı en iyi barış yatırımıdır. Bu caydırıcılık ciddiyetle sürdürüldükten sonra, ‘‘casus belli’’ sözü edilse de olur, edilmese de.
Tıpkı bunun gibi, iki-üç gündür gündemi meşgul eden ‘‘Batı Çalışma Grubu’’ diye bir birimin adından söz edilse ne olur, edilmese ne değişir?
Caydırıcılık ortadan kalkar mı?
Silahlı Kuvvetler'in altı ay önce açıkladığı ‘‘konsept’’, cumhuriyetin varlığına yönelen en büyük tehdidin irtica tehlikesi olduğunu vurgulamadı mı?
Konsept, gelip geçici gözlemlere dayandırılan bir durum değerlendirmesi olmadığına göre, Erbakan-Çiller ikilisi iktidardan uzaklaştılar diye bu konsepte dayanan önlemlerin ve eylem planlarının değişmesi beklenemez.
Gözlem ve uyarı mekanizmalarının da.
Dolayısıyla, şu ya da bu birimle veya adla uğraşmaktansa, işin özünü unutmamakta yarar vardır: Ordu, iyi ki irtica tehdidine karşı caydırıcılık görevine devam ediyor. Şöyle ya da böyle.
Bu caydırıcılık olmasaydı da cumhuriyeti yaşatmak için boğaz boğaza boğuşmak zorunda kalınsaydı, daha mı iyi olurdu?
Bu bakımdan, Başbakan Yılmaz'ın ‘‘Kapağını zor kapattık; biraz daha zorlarsak altından patlar’’ dediğı şişenin hangi şişe olduğunu anlamak güçtür.
‘‘İrticaa karşı ancak bu kadar yapabiliriz’’ mi demek isteniyor? Yani, mahalle aralarına sokulan çağdışı onbinlerce hafızlık kursu devam mı edecek? İmam hatip liseleri din görevlisi yetiştiren meslek liselerine dönüşmeyip de üniversitelerin bütün fakültelerine öğrenci yollayan kuruluşlar olarak mı kalacak?
Yoksa, şişe, ANAP'ın kendi içindeki tarikat yuvalanmalarının tepkisi midir? Dinci seçmen oylarının kaybından mı korkulmaktadır?
Türkiye'nin son yarım yüzyıllık demokrasi tarihi, başlangıçtan beri irticaa göz yumularak yürütülen bir karşı-devrim niteliği taşıdığı içindir ki, bu karşı-devrimin açık ve gizli aktörlerini caydıracak mekanizmaların ayakta tutulmasında cumhuriyetin geleceği açısından sayısız yarar vardır.
Paylaş