Bulunmaz konjonktür

Mümtaz SOYSAL
Haberin Devamı

Kuzey Kıbrıs'taki Yakın Doğu Üniversitesi'nde ‘‘Demokrasi ve Hukuk Devleti’’ tartışılıyor.

Tartışıldıkça, böyle bir konuyu KKTC gibi bir devlet çerçevesinde konuşmanın ilginçliği ve özgünlüğü kendiliğinden ortaya çıkmakta.

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti...

Yani, güneyindeki ‘‘Kıbrıs Cumhuriyeti’’ adlı Rum Yönetimi tarafından ‘‘sahte’’, ‘‘uyduruk’’, ‘‘sözde’’, ‘‘gayrimeşru’’, ‘‘işgal altında kurulmuş’’ gibi sıfatlarla anılan devlet.

Daha doğrusu, devletliği inkâr edilen, tanınmayan, tanınması resmen istenmeyen, uluslararası kuruluşlardan aforoz edilen.

Ama, kendisini dışlamış kuruluşları, örneğin Birleşmiş Milletler'i oluşturan devletlerin çoğundan, hatta üçte ikisinden çok daha fazla ‘‘devlet’’ sıfatına layık.

Çağdaş anlamda, yani çok partili ve özgürlükçü demokrasiyle yönetilip insan haklarına dayalı bir hukuk devleti olmak anlamında.

Çünkü çağdaşlık, uluslararası hukukun klasik tanımlamalarının ötesinde, asıl bu demokrasi ve hukuk devleti ilkelerine sahip olmayı devletliğin temel öğelerinden saymaktadır. Birleşmiş Milletler bile, başlangıçta, İkinci Dünya Harbi sona ererken ‘‘demokrasilerin zaferi’’ üzerine, bu ilkeleri benimseyenlerin kuruluşu olarak ortaya çıkmadı mı? Türkiye, biraz da, bu benimseyişin belirtisi olsun diye demokrasiye geçmeye başlamadı mı?

Bu açıdan bakınca, tarih ve coğrafyanın özel koşulları içinde doğan KKTC, ‘‘işgal’’, ‘‘Türkiye'nin gölgesi’’ yahut ‘‘tanınmamışlık’’ konularında kim ne derse desin, kötüleyici etiketlerin altında kalmamak ve çağdaş devlet olma iddiasını ayakta tutmak için, bir ‘‘demokrasi ve hukuk devleti’’ olmayı sürdürmek zorundadır. Ne yani, Vanuatu'dan Cibuti'den Uganda'ya kadar yetmiş iki buçuk milletin kurdukları devlet sayılacak da, KKTC mi sayılmayacak?..

Bugünlerden başlayarak önümüzdeki haftalarda ve aylarda Türkiye'yi bekleyen en büyük tehlike, Avrupa Birliği'nin Lüksemburg kararlarında yumuşar gözüküp birtakım ‘‘ödün’’ler verir gibi olmasıdır.

Türkiye'ye tam üyelik ‘‘perspektif’’i sunmak, örneğin.

Yahut, Kıbrıs Türk tarafını Rum şemsiyesi dışında, ama doğru dürüst bir statü tanımadan müzakerelere çağırmak.

Bütün bunlar, ilk bakışta pek çekici gelebilir ve Ankara'yı ‘‘diyalog kesme’’ tutumundan caydırabilir. Oysa, bu tutum, Türkiye'nin çok iyi değerlendirmesi gereken yeni bir konjonktür yaratmıştır.

Birincisi, Avrupa dırdırından, burun sokuşundan ve teftişinden uzak bir biçimde, bir süre için, kendine dönmek, ekonomisine, yönetim tarzına çekidüzen vermek, insan hakları ve Güneydoğu sorunlarına salim kafayla akıllıca çözümler üretmek bakımından.

İkincisi de, Kuzey Kıbrıs'ın devlet statüsünü kabul ettirmek açısından: ‘‘Rum Cumhuriyeti'nin bütün adada egemen sayılmayacağı açıklanıp KKTC'nin devletliği teslim edilmeden görüşme olmaz; çözüm de ancak iki devletli olabilir’’ biçimindeki tutum, doğru bir tutumdur. Avrupa'nın ‘‘sorunları çözülmüş’’ bir Kıbrıs'ı üye yapmak için çırpındığı bir konjonktürde bu noktadan geri dönmek büyük aptallık olur.

Ama, diyalog kesimini iyi değerlendirmek nasıl Türkiye'nin bazı şeyler yapmasını gerektiriyorsa, devlet statüsünde direnen bir KKTC'nin güçlenmesini hızlandırmak da zorunludur.

Aylardır sürüncemede bırakılan su taşıma projesini, nisan ayına falan uzatmadan, bir an önce sonuçlandırmak gibi. Devlet Su İşleri'nin gerçekten istense çoktan bitirilebilecek olan bir işi hâlâ bitirememiş olması anlaşılır şey midir?

Türkiye'de de, Kıbrıs'ta da, direniş, lafta değil, işle olur.



Yazarın Tüm Yazıları