Paylaş
Kaç haftadır bezdirici hükümet oyunlarıyla oyalanan Ankara'da dün ilginç bir toplantı başladı: Uluslararası Kamu Hizmetlileri Örgütü ile Türk Harb-İş Sendikası'nın ortaklaşa düzenledikleri bir konferans. Türkiye'den katılan sendika başkanları ve araştırma uzmanları yanında Örgüt'ün Genel Sekreter Yardımcısı ve İngiltere'den, İsveç'ten, Küba'dan gelmiş sendikacılar var.
Dünyaya dayatılan ‘‘yeniden yapılandırma'' politikaları karşısında kamu kesimi sendikalarının nasıl bir dayanışma içinde olabilecekleri tartışılıyor.
Artık bilmeyen kalmadı: Yeniden yapılandırma, IMF diye bilinen Uluslararası Para Fonu ile Dünya Bankası'nın bütün ekonomilere ve özellikle Üçüncü Dünya ya da şimdiki adıyla ‘‘Güney'' ekonomilerine tavsiye ettikleri genel tutumun adıdır: ‘‘Küreselleşmenin yarattığı serbest ticaret ve kuralsızlaştırma gereği, kamu kesimini daraltın, devleti küçültün!'' deniyor.
Tartışma ve tepki de bu noktada başlamakta.
Türkiye bakımından ilginç olanı, daha en başta, kamu hizmeti ve kamu hizmetlileri kavramlarının belirsizliğidir. Çünkü, bu sözler edilince genellikle ilk akla gelen, devletin klasik hizmetleri ile bunları gören memurlar oluyor. Oysa, Anayasa'nın çapraşık hükümlerinden, devlet ve yerel yönetimler için belirlenmiş görevlerden, yahut KİT'lerin Türkiye'ye özgü işlevlerinden kalkarak, çok daha geniş bir tanımlamaya gitmek gerekiyor: Kamu kesiminde çalışan herkes, statüsü ne olursa olsun, ister memur ister işçi sayılsın, ister sözleşmeli olarak çalışsın ister kamu görevlisi diye bilinsin, kamu hizmeti görmekte ve kamu hizmetlisi olmaktadır.
Nitekim, Uluslararası Örgüt'ün anlayışı da bu.
Yeniden yapılandırma denen modanın dünyanın her yanında sendikasızlaşmaya yol açtığı bilindiğine göre, uluslararası kuruluşun bu konuyla ilgilenişini basit bir sendikal dayanışma belirtisi sayabilirsiniz. O da var tabii. Ama, herkese anlatmak gerekir ki, böyle bir dayanışmayı gerektiren başka bir şey daha vardır: Küreselleşme doktorlarınca verilen reçetelerin dünyada yarattığı olumsuz etkiler, eninde sonunda, reçete verenlerin toplumlarına da sıçrıyor.
Reçeteler, dünyanın geri kalmış yörelerinde daha çok üretim, daha yüksek istihdam, daha fazla refah sağlamadı. Hepsinin tersi oldu.
En tepedeki yüzde 20'lik nüfusun dünyadaki toplam gelirden yüzde 85, en alttaki yüzde 20'nin de yüzde 1.5 pay aldığı bir uluslararası düzensizlikte, Afrika'nın biraz daha sefilleşen insanları ya her türlü yolu kullanıp kendilerini Güney ve Batı Avrupa kıyılarına attılar, ya da birbirlerini yiyişlerinin televizyon görüntüleri Batı'nın özenli sofralarında iştah kapattı. Yahut, uç dilimler arasında gitgide bozulan gelir dağılımının şimdilik yüzde 54.5 ile 4.5 arası kadar çarpıklık gösterdiği bir Türkiye'nin insanları önce Mersin, İzmir ve İstanbul'un varoşlarında köktendinciliğe kaydılar, sonra da İtalya'nın iskeleleriyle Almanya'nın kapılarına dayandılar.
Başkalarında huzursuzluk, hatta ırkçılık ve düşmanlık duyguları yaratarak.
Küçülüp ‘‘küresel köy'' oldu denen dünya, aynı zamanda bu demek. Türkler vaktiyle iki yüzyılda gittikleri Viyana'ya şimdi iki saatte gidip kapıdan sokulmazlarsa bacadan giriyorlar.
Böyle olunca, o zenginler dünyası açısından, artık böyle reçete vermekten vazgeçme zamanı gelmiş sayılmaz mı?
Paylaş