Paylaş
DANIEL Cohn-Bendit, eski ‘‘devrimci’’ kimliğini bir yana bıraksanız bile, Avrupa Parlamentosu'ndaki Yeşiller Grubu'nun bir üyesi olarak en azından ‘‘ilerici’’ geçinir. Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu'nun eşbaşkanı olarak da, bizim ülkeye güya ‘‘yakın’’ bilinir. Ama, dün Genel Kurul'a gelmeden önce Dış İlişkiler Komisyonu'nda ele alınan ‘‘Türkiye Raporu’’nu fırsat bilerek, niçin bambaşka konuların yanına damdan düşer gibi bir de ‘‘Ermeni Soykırımı’’ paragrafı eklemeye kalkışmış olabilir dersiniz?
Zeynel Lüle'nin Brüksel'den bildirdiğine göre, ‘‘Ermeni soykırımında Osmanlı Devleti'nin sorumluluğunu ve totaliter rejimlerin demokrasi geçmişimizdeki ağırlığını gözönüne alarak...’’ gibilerden bir tümce parçası varmış.
Demokrasi ve insan hakları gibi bilinen konulara girmeden önce, peşrev kısmına eklenmek üzere.
Bereket, bu önerge geri çekilmiş, benzer nitelikteki başka önergeler de reddedilmiş. Yine de sorulması gereken soru şudur: Niçin böyle şeyler önermeden duramıyorlar.
Geçmişi kurcalayıp bugünü karıştırmak ve insanları yeniden birbirine düşürmek ilericilik mi sayılıyor?
‘‘Totaliter rejimler’’ sözünün önüne Osmanlı Devleti'ni ekleyerek Mussolini'nin faşist İtalya'sıyla Hitler'in Üçüncü Reich'ını es geçmek gibi bir kompozisyon oyunuyla mı olur tarihten esinlenmek?
Yoksa, Türkiye'nin AB üyeliğine ilişkin sözler edilirken 1915'i anımsatmanın amacı, ‘‘Şark Meselesi henüz bitmedi’’ mesajı vermek midir?
Ne bitmez bir sorunmuş ki bu Şark Meselesi, kalıntıları hálá olur olmaz her vesileyle Batı'nın her köşesinde ortaya çıkmakta, Türkleri Avrupa'nın kapılarından uzaklaştırıp Yakın Doğu'nun gerilerine, mümkünse Asya'nın bozkırlarına sürme tutkusu olarak bilinçaltlarında yatmaktadır?
Haçlı zihniyetinden öteye bir şey var galiba bu tutkuyu yaşatan; gerisinde, Araplara bakıştan da farklı bir yaklaşım seziliyor. Din farkı ya da Poitiers önlerine kadar uzanan İberya fethi gibi etkenler Batı'nın Arap dünyasına bakışını Türklere bakış kadar ters yönde etkilemiyor.
Niçin acaba? Neden, yirminci yüzyılın başlarına kadar sürmüş olan ‘‘Avrupa'dan püskürtme’’ işi eski hınçların dinmesine yetmiyor?
Henüz on yüzyıl önce Hıristiyanlığın elinden alınıp ‘‘vatan’’ yapılan Anadolu'da ölüm pahasına tutunmuş ve zaferle yeni devlet kurmuş olmak mı?
Kıbrıs'ta azınlık olmayı kabul etmeyip hálá direnmek mi?
Acıklı olan, bütün bunlara karşın Türkiye'nin, kendi eksiklerini de bildiği halde, hálá Avrupa'nın kapısına ısrarla vurmakta oluşudur. Bunları bilmek, yeniden gururla ayağa kalkan ve hakkını söke söke alabilen güçlü bir Türkiye yaratıncaya kadar, Avrupa ve genellikle Batı karşısında ‘‘müstağni’’ durabilmeyi gerektirmez mi? 1997 Lüksemburg sonrasının tutumu birazcık daha sürdürülemez miydi? Kendimize dönmek için titremek gerekse bile, bunun ille de Avrupa karşısında titremek biçiminde olması şart mıydı?
Paylaş