Paylaş
Çünkü ülkemizin genlerine işlemiş bir refleksi var. Uçlarda dolaşmayı, duyguları ak ve kara olarak ifade etmeyi seviyoruz.
Ya hep ya hiç, ya iyisindir ya kötü. ya düşmansındır ya dost, ya tarafsındır ya değil.
Oysa bu genellemeler, kesip atmalar en insani özelliğimizi, empati kurma yetimizi devre dışı bırakıyor.
Michelin’in eksiklerini eleştirelim ama kantarın topuzunu kaçırmayalım. Ödül alanları almayanlarla karşılaştırmak yerine sistemin aksaklıklarını konuşalım. Şeflerimizin de söylediği gibi Michelin başta olmak üzere uluslararası rehberlerin Türkiye gastronomisine, sektörün gelişmesine, dünya çapında tanınırlığının artmasına katkısı büyük.
100 yılı geride bırakmış dünyanın en prestijli restoran rehberinin Türkiye’ye gelmesi içeriği ne kadar eksik olursa olsun önemli.
İyi ki Kültür ve Turizm Bakanlığı maddi destek verdi de bu proje gerçekleşti. Yoksa Michelin kolay kolay Türkiye’ye gelmezdi.
Nedeni tabii ki restoranlarımızın ya da şeflerimizin yetersizliği değil. Batı’nın bizi birçok alanda olduğu gibi öteki olarak görmesi, klişelerle tanıması, kültürümüzü ve onun parçası olan gastronomimizi önemsememesi.
Bir de sanırım rehberin ana sponsorunun Türkiye’de kendileri için yeterince büyük bir pazar payı görmemesi ve rehberin ticarileşmesi, sınırlarını çizdiği bir bölge dışına ancak davet ve teşvikle gitmesi.
Öte yandan bizler Batı’dan gelen hemen her şeye hayranlık duygusuyla bakıp gözümüzde büyüttüğümüz için belli ki Michelin Rehberi’ni de mükemmel bir sistem, gizli müfettişlerinin seçimlerinin tartışılmayacak denli etik olduğunu düşündük.
Sorunları, hataları görünce de hayal kırıklığına uğradık ama yine kendimizi suçladık.
Oysa ilk yıl da verilen yıldızların isabetli olup olmadığı tartışmış, restoranların gerçekten ziyaret edilip edilmediğini konuşmuştuk.
Sonra ilk olmanın acemiliğine verip çok da üstünde durmamıştık.
Bu yıl benzer hatalar tekrarlanınca tepkiler daha şiddetli oldu, o hak eder, bu hak etmez tartışmasına dönüştü.
Bazıları restoran karşılaştırmasına yöneldi. Yönlendirmeler olduğu iddia edildi. Ben, geçen yıl olduğu gibi bu yıl da yıldız alan restoranların, gitmediğim ve adını hiç duymadığım biri hariç yıldızlarını hak ettiğini düşünüyorum.
Tartışılması gereken alanlar değil diğerlerine neden verilmediği olmalı.
Fakat ‘Tavsiye Edilenler’ ve ‘Bib Gourmand’ bölümlerindeki seçimlerin karmaşasını, özensizliğini anlamam ve anlamlandırmam mümkün değil.
Resmi açılışı 20 Eylül’de yapılmış bir otel restoranının ‘Tavsiye Edilenler’ listesinde olması da sanıyorum rehberin tarihindeki ilklerden olmalı.
ÜNLÜ ŞEFLERDEN HABERLER...
Bu hafta bir süredir duyduğumuz ama resmen açıklanmayan iki yeni haber aldık. İlki Mikla’nın kurucusu Türk mutfağını dünya sahnesine ilk taşıyan gerçek bir öncü olan ünlü şefimiz Mehmet Gürs’ün Mikla’daki hisselerini Antalyalı Fenix grubuna devretmesi.
Mehmet Gürs’ün bu kararı alırken gözünün arkada kaldığını zannetmiyorum. Birlikte bugünlere geldikleri Adem Usta, Cihan Çetinkaya, Sabiha Apaydın, Kadir Özdil, İsa Şahin’in başı çektiği güçlü ekip hiç değişmeden işinin başında.
Öte yandan Mehmet’in gastronomi dünyasıyla ilişkisi de kolay kolay bitmez, şimdi başka boyutlarda da olsa yolculuğuna eminim devam edecektir. Ve hiç kuşkum yok, ne yaparsa yine en iyisini yapacaktır.
Bir diğer heyecan verici gelişme de Bodrum’u dünya sahnesine taşıyan ünlü restoranı Maça Kızı’nda yaşandı. Şeflerin şefi Aret Sahakyan Maça Kızı’nın mutfağını yine ünlü şeflerimizden Ali Ronay’a teslim etti. Ancak Aret gibi işine âşık şeflerin mutfaktan kopması kolay değil.
Sahir Erozan “yeter artık dinlen, keyfine bak, gez dolaş” dese de o yakında Maça Kızı’nın içinde 35 kişilik, sadece akşamları servis verecek, müşteri taleplerine bağlı kalmadan hayallerindeki yemekleri yapacağı küçük bir şef restoranın başına geçecek.
Bu iki gelişmenin de Türk Mutfağının geleceği için katkısının büyük olacağına inanıyorum. Mehmet Gürs’ün de Aret Sahakyan’ın da Ali Ronay’ın da yolları hep aydınlık olsun, üçü de bunu şeflikleri kadar duyarlı kişilikleriyle de hak ediyor...
Umarım üçüncü yıl hatalardan, eleştirilerden ders çıkararak yollarına bundan sonra öyle devam ederler, rehberlerinin güvenirliğini daha fazla sarsmazlar...
TİYATRO FESTİVALİ’İNDE ÇİFTE CİNAYET
Salı akşamı İKSV Tiyatro Festivali kapsamında Zorlu PSM’de Hofesh Shechter Dans Topluluğu’nun “Çifte Cinayet” gösterisini izledim. Çağımızın önde gelen koreograflarından Hofesh Shechter’in insanı derinden etkileyen, dans aracılığıyla duyarsızlığımıza, tutarsızlığımıza ve insanlığımıza ayna tutan iki bölümlük performansı sadece beni değil salonda bulunan herkesi peşinden sürükledi ve sanırım yüzleşmeye zorladı.
İlk bölümdeki eğlenceyle şiddetin iç içe geçtiği hem bireysel hem de toplumsal düzeydeki yabancılaşma, öldürmenin ve ölmenin sıradanlığı ancak bu kadar etkileyici bir biçimde verilebilirdi.
Bestelediği müzikler de vücut diliyle uyumlu ilerledi ve bizi her an bir sonraki şiddete hazırladı. İzleyicilerden bazıları müziği yüksek tempolu ve gürültülü bulsa da günümüzün kaotik dünyası sözsüz bir şekilde vücut dili ve müziğin gücüyle bence ancak böyle anlatılabilirdi.
Aradan sonra başlayan ikinci bölüm ise acı çekenlerle kurulan empatiyi, acıları paylaşmanın duyguları nasıl harekete geçirdiğini anlatırken, final bölümünde dansçıların izleyicilerin arasına karışarak onlarla kucaklaşması sınırları aşmanın önemini, değerini ve evrensel barış umudunu bir kez daha hatırlattı.
Tüm dansçıların performansı muhteşemdi. İlk bölümde 10, ikinci bölümdeki yedi kişi bir sahneyi öylesine doldurdu ki, sanki sahnede yüzlerce kişi varmış izlenimi yarattı.
Cinayetten savaşlara yaşanan bu gündelik şiddeti sahnesine taşıyarak dünyaya ve sanırım en çok da ülkesine değişim çağrısında bulunan 48 yaşındaki İsrailli koreograf, dansçı ve besteci Hofesh Shechter bundan sonra nerede karşıma çıkarsa kaçırmam dedim.
Sizin de aklınızda olsun. Şimdi kaçırdıysanız bile 27. İstanbul Tiyatro Festivali 25 Kasım’a dek sürüyor, “Kız Kardeşler” başta olmak üzere tüm oyunlar çok iyi, kendinize fırsat yaratın...
Paylaş