Paylaş
Babam öldüğünde onu hatırlatan her şey acı veriyordu.
Şimdi ölesiye acıtmıyor ama sızlatıyor.
Ama öyle bir sızı ki bu, ona dair bir şey gördüğümde, onu hatırlattığı için o şeye şükran da duyuyorum.
Tarifi zor, babası hayatta olanların anlaması güç.
Beyoğlu’ndaki Rebul mağazası o şeylerden biriydi benim için.
Hayır, o mağazaya hiç babamla girmemiştim.
Ama babam, ben çocukken Rebul kolonyası kullanırdı.
Rebul kafamı karıştırırdı. Çünkü evlerde, otobüslerde ikram edilen, o keskin kokulu, başta ferahlatan, sonradan elde ekşi bir koku bırakan limon kolonyasından farklıydı Rebul.
Onun da adı kolonyaydı, bunun da. Ama Rebul küflü gibiydi ve fakat yumuşaktı, erkeksi kokardı.
Rebul babam kokardı.
İstanbul’a geldiğim ilk yıllarda babam hayattaydı. O zaman da Beyoğlu’ndaki Rebul mağazasının önünden geçerdim. 600 kilometre ötedeki babamı hatırlayıp bir sıcaklık hissederdim.
O öldükten sonra ise o sıcaklık yok olmadı. Mağazanın önünden geçtiğim her sefer babama ait bir hatıraya rastlayıp içimden onu anar oldum.
Şimdi öğrendim ki mağaza kepenk indiriyormuş.
Ben İstanbullu değilim. Emek Sineması’nın çocukluk ve ergenlik hatıralarımda yeri yok. O nedenle Emek kapanırken ne kadar karşı çıksam da, bu hatıralarımın sökülmesinden ziyade kentin değerlerini kaybetmesine dair bir karşı çıkıştı. O sinemada 10’lu yaşlarına dair hikayeler dizisine sahip insanların hissettikleriyle benim hissettiklerim aynı olamazdı. Onlarla his yarıştırmak da haddime değildi. Benim Emek’e dair kayda değer tek hatıram İstanbul Film Festivali’nde Fellini’nin La Dolce Vita’sını orada izlemiş olmamdı. Oysa Emek için kendini siper eden insanlar orada sinemanın tarihini kendi hayatlarıyla harmanlamışlardı.
Beyoğlu’nda kendi kişisel tarihime gerçek anlamda ilk hançer, Robinson Crusoe 389’un çırpınışı, ardından yerinden taşınmak zorunda kalışıyla saplandı. Lisedeyken İzmir’den bir bahaneyle İstanbul’a geldiğim her sefer arkadaş grubumu bir kafede bırakıp kendimi bu kitapçıya atardım. O vakitler eski İstanbul hayranıydım. Eski İstanbul’a dair çıkan ne kitap varsa Robinson’dan alır, çantama doldurur, İzmir’e geri yollanırdım.
Robinson’un kapanmasıyla birlikte, ergenliğimden bir fotoğraf albümü silindi. Yerine ne açılacak bilmiyorum, ilgilenmiyorum ve her ne olursa olsun, hafızamı diri tutacağım, Robinson’un yerini kafama kazıyacağım. Bundan sonra oradan geçerken kafamı çevirip bakmayacağım ama sanki Robinson hala oradaymış gibi davranacağım. Unutursam kalbim kurusun.
Kişisel tarihime olmasa da, duygusal dünyama darbeyi Rebul mağazasının kapanışı vurdu.
Önce Rebul’a kızdım. “Zorlu’da mağaza açmayı, çuval yüküyle kira ödemeyi biliyorlar. Azıcık kar etmeselerdi de, doğdukları yeri korusalardı" diye düşündüm.
Sonra oturup bir daha düşündüm...
Ne kadar direnebilirlerdi ki? Kentsel dönüşüm alanının ortasında kalan o tek küçük evin sahibi gibi idealizmi ne kadar götürebilirlerdi? Sonuçta ticaret yapıyorlar; bir de bu dünyanın, bu sistemin gerçekleri var.
İşte o yüzden bu sisteme, bu sistemin uygulayıcılarına kızıyorum.
Fransa'da, İtalya'da, İngiltere'de değil 100 yıllık, Ortaçağ'dan kalan binaları bile muhafaza eden, şehir yaşamının içine dahil edenler de bu sistemin uygulayıcısı değil mi?
Demek ki niyet olduğunda, sistemin acımasızlığı insaflı uygulayıcılar tarafından dizginlenebiliyor.
Peki biz niye bu kadar hoyratız? Biz niye geçmişe bu kadar saygısısız?
Bakın, saygı için ille ecdadımıza uzanmaya gerek yok. (Ki burada hatırlatalım, ona bile saygımız tam değil. Öyle olsa Osmanlı mezarları giderek azalmazdı.)
Bu ülkenin vatandaşlarının, mesela benim ve daha nicelerinin hatıralarına da saygımız yok.
Biz hatırlamazsak bizi kim hatırlayacak?
Biz unutursak, bizi de unutmayacaklar mı?
Paylaş