Paylaş
Yol, su, elektrik yok.
İki abisi okuyup bir şey olamayınca, para da bitince Çelik’in eğitimi ilkokulla sınırlı kalıyor.
Isparta’nın merkezine dahi inmemiş Çelik, 12’sinde İstanbul’a ayak basıyor.
Önce hala oğlunun Gedikpaşa’da çalıştığı ayakkabı atölyesinde 6 ay getir-götür yapıyor. Sonra onlar üç ortak kendi atölyelerini açınca peşlerine takılıyor ama işler iyi gitmiyor.
Çelik’in cebinde beş kuruş yok. Karnı aç. Evden işe gitmek için minibüslerin en kalabalığına biniyor ki para vermeden yırtabilsin. Ufak bir tatsızlık yaşayınca da çantasını kapıp köye dönmek üzere Topkapı’ya vınlıyor.
Saatlerce “Gideyim mi, gitmeyeyim mi” diye kafasında döndürüyor, kalmaya karar veriyor.
*
Ertesi gün, ilk çalıştığı atölyeye gidip iş istiyor.
Köyde büyümüş temiz, saf çocuk, ne denilse yapıyor, “Tamam, gel” diyorlar.
Önce Aksaray’da bir bekâr odası, ardından Halide Edip’te gecekondu kiralıyor.
4-5 yıl Gedikpaşa’da atölyelerde çalışıyor. Öğlenleri ekmek arası beyaz peynir yiyor, İstanbul’da kalmak için para biriktiriyor.
Yıl 1987, biraz birikmiş parası var.
Yaşı tutup da bankada hesap açamadığı için babasına yolluyor parasını, saklasın diye.
Hesaplıyor, birikmiş parasının üzerine biraz da babası ilave ederse kendi atölyesini açabilir.
Baba para vermiyor, “Yaşın küçük. Paralarını kaptırırsın” diyor.
*
Çelik yılmıyor, Gedikpaşa’da bir binanın en üst katında küçücük bir oda kiralıyor.
Kime “Gel benimle çalış” dese, “Ya git işine, dalga mı geçiyorsun? Sen daha çocuksun” cevabını alıyor.
En sonunda kimsenin işe almadığı, ayyaş bir kalfayı bir şişe köpek öldüren karşılığı birlikte çalışmaya ikna ediyor.
Onunla ayakkabıları yapıp toptancılara satmaya başlıyor.
Derken atölyeyi büyütüyor, daha çok işçi alıyor.
1994’te Merter’e geçiyor. İşi yarı makineleşiyor.
Markasını kuruyor. Adını da Nursace koyuyor.
*
Merter’deki yerine sığamayınca Haramidere’de fabrikasını kurmak için 5 dönüm arazi alıyor.
Aldığı arazinin önünde iki parsellik bir SİT alanı var.
Fabrika inşaatı başlayınca önü kapanmasın, yeşillik olsun diye SİT alanını da 1 milyon dolara sahiplerinden satın alıyor.
Bu SİT alanında 11’inci yüzyıldan kalma bir sarnıç var. Ama darmaduman. Hafriyatla dolu.
1 numaralı Anıtlar Kurulu’na başvuruyor, “Ben bu sarnıcı kazdırıp, ortaya çıkarıp restore ettirmek istiyorum. Finansmanını ben sağlayacağım. Önümü açın” diyor.
“Biz senin gibileri biliriz, burayı çay bahçesi yapacaksın değil mi?” cevabını alıyor.
Yok mok derken derdini anlatamıyor, kızıp gidiyor.
Aradan 3-4 yıl geçiyor.
Anıtlar Kurulu’na üye başka bir mimar işin ucundan tutuyor, Anıtlar Kurulu’na başvuruyor.
Arkeoloji Müzeleri gelip kazıyı yapıyor; Çelik kazıya 71 bin 470 lira harcıyor.
Kurul restorasyon projesini onayladığı an, önce Bizans’tan kalma taşlar sağlamlaştırılacak, sonra sarnıç üzerinde yürünebilecek şekilde şeffaf camla örtülecek.
Ardından Çelik, bu yapının yanına uzantısı şeklinde bir Ayakkabı Müzesi yapacak.
Bütün bu işlere girişmesine anlam veremeyenler çok. Etraftan, “Ne diye harcıyorsun bu parayı? Bırak ya senin mi sanki? Git kendine araba al” diyen çok.
*
Biz Çelik gibilere pek rastlamıyoruz.
Başkası olsa o sarnıcı bir şekilde ortadan kaldırıp üzerine bina yapmaya kalkar. Böylesi çok.
Çelik onu yıkmak yerine, “Bu kültür varlığını ben koruyayım kollayayım, hatta bir de yanına müze yapayım” diyor.
*
Bakın, şimdilerde “Eser yapacağız” diyorlar. Çamlıca Tepesi’ne cami mesela... Bu, bizim eserimiz olacakmış.
Neyle yapacaklar bunu? Betonla.
Kaç yıl ömrü var? 100-150.
Oysa...
Eser dediğiniz böyle olur. 1000 yıl orada durur, sonra iyi niyetli bir adam gelir, onu sürdürür.
Paylaş